Ana içeriğe atla

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından; 'bir daha sağlık hizmeti alamam' korkusu içimi sarınca durdum... 

Belki de pis ve iğrenç bir roman yazmaktan vazgeçmeliyim. İçimdeki bu pis ve iğrenç düşünceleri bir roman olarak yazmadan duramayacağımı biliyorum ama. Acaba ağır psikolojik bir sorun mu var bende? Bana yardım edebilir misiniz?

İyi bir yazar olmak için çok çalışıyordu Sümeyye. Gece gündüz hep bir şeyler karalıyor ve içinden geçen yazma dürtüsünü durdurmakta zorlanıyordu. Neden yazmak istiyordu. Çocukluğundan beri defterlere, sağa sola yazılar yazıyor, notlar alıyor, hikayeler uyduruyordu. Bir gün harika ulaşılmaz bir roman yazacağını hayal ediyordu. Fakat son günlerde bu düşüncesinin psikolojik bir sorun olma ihtimalini de iyice düşünmeye başlamıştı. Neden roman yazmak ve neden iğrenç bir roman yazmak? Bütün bu soruların cevaplarını bulmak için bir psikiyatristten yardım alması gerektiğini düşünür olmuştu. 

"Edebiyat ve paranoya, şizofren, histeri arasında derin ilişkiler olduğunu hep düşünürüm. Sanatın doğasında bir şizofrenlik var. Olmasa bu kadar sıradan bir hayatın, yaşamın sanki çok değişik ve değişken bir şey olduğunu nasıl inanırız. Milyarlarca insanın aslında yaşadıkları olaylar hep aynı. Ufak nüanslar ve olayların zaman akışında değişimlerle gerçeklemesi haricinde. Aklıma Freud'un psikoanalitik yaklaşımı geldi. Yazarın yaratıcılığı üzerinden romanı inceler. Yazarın yarattığı olay ve kahramanları bilinçaltı, kişiliği ve nevrozları ile ilişkilendirmeye çalışır. Ona göre bilinç dışı en iyi şekilde kendini sanat eserlerinde gösterir. Sanatla düşler arasında bir bağ olduğu yorumunu getirir ve düş yorumunda kullanılan yöntemle  sanat eserlerinin incelenmesi yolunu önerir..."

Sümeyye bu satırları yazarken edebiyat ve psikiyatri arasında var olan o ilişkinin "düş" kavramıyla belki de daha iyi anlatılacağı fikrine mi varıyordu. Ya da kendisini yeni bir yol bulmak için mi zorluyordu? Belki de ileride bunları tekrar düşünecekti. 

"Evet, edebiyat ve roman aslında bir rüya ve ben rüyalarımı yazıyorum. Rüyalarım hep beni kötü şeyler yapmaya sürüklüyor. Zihnimin bir tarafında gece gündüz durmadan kötü rüyalar görüyorum. Fakat bunun farkında değilim. Bu rüyalardan kurtulmam, uyanmam lazım." 

Televizyonda "The Power of the Dog" izlemek için toplanan çocuklarının sesleri arasında yazdıklarına ara vermek zorunda kaldı. Belki de roman yazmaktan vazgeçip film ve senaryo eleştirmenliği yapmalıydı.  Böylece zihninin kendisine kurduğu bu karmaşık duygulardan kurtulabilirdi. Sahi neden hep bir şeyler yazmak istiyordu. "Neden!" diye bağırmak istedi. "Bu yazma dürtüsünden naslı kurtulabilirim. Neden birilerine hep bir şeyler anlatmak istiyorum?" Gecenin uzuna vaktine kadar monologlarla devam etti.

Yazmaya çalıştığı romanında haftanın olaylarının başladığı günler hep Salı'ydı. Ona göre Salı hep sonradan fark edilen önemli olayların başladığı gündü. Ama o olaylar hep ya cuma ya da pazartesine taşındığında önemi anlaşılır, farkedilir hale geliyordu. O nedenle Salı arada kalmıştı. Ve arada kalanlar her zaman en önemli şeylerdi. 

-Bir sorun mu var abla?

-Neden?

-Bilmem, elinde tutuğun kağıda aşağıdan yukarıya doğru Salı yazıp duruyorsun. 

-Aşağıdan yukarıya mı?

-Evet...

-Hım... Aşağıdan yukarıya...

Kırmızı kalemle notlarını alıyordu. A4 kağıtlarına yazdığı o uzun notların hep kırmızı kalemle alınması ona hep pornografik bir yanı olduğu düşüncesini de veriyordu. Hep dikkat çekiyordu, hep kendini sergiliyordu. Yazdıklarını ifşa etmeyi seviyordu. Kırmızı kalemle yazınca herkesin okumak istediğini o güdüyle hareket ettiğini düşünüyordu. Oysa belki de kırmızı kalemle yazmak iğrenç olduğu için kimse okumuyordu. Aslında bu düşünmüyor değil di. Ama bu bir tarzdı. Manyakça bir tarz ve bunu seviyordu. Keşke aynı anda mor veya mavi kalemde kullanabilseydi yazarken. Halen notlarını alırken kağıt kullanıyordu. Oysa çevresindeki herkes en basit şeylerini dahi akıllı telefonlarına kaydediyordu.

Yazarın yaşının geçtiğini de bu son satırlardan anlamış oluyoruz. 'Kağıt ve kalemle' kurguladığı karakteri -ki o Sümeyye olmaktadır-  Sümeyye sahi çok muhafazakar bir isim olarak ne kadar sahici duruyor, yazmak istediğim romanın kahramanı olarak. Acaba adını ne koysam, ve Sümeyye ölsemi burada?

Hadi ölsün. 

Rüveyda! Gel bakalım buraya bir de seni deneyelim kız...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İbn Arabi Abimizin Tedbiratı İlahiye adlı eseri, insan devlet modelimiz

İslam sufi ve düşünürü rahmetli İbn Arabi abimizin Tedbiratı İlahiye adlı eseri, Aristonun; siyaset, devlet mevzusunu ele aldığı Politika olarak isimlendiren; devleti tartışma mevzu yaptığı kitaptan mülhem, insanı merkeze ele alarak neşrettiği kitabıdır. Yani Aristo denen zat, insanın kendi amacına, iyisine, mutluluğa ancak toplum ve devlet düzeni içinde erişebilir teorisini geliştirirken, rahmetli İbn Arabi, dünyevi mutluluğun insanın kemalata uluşmasında arar. Bu bize her iki medeniyetin varlığı, insanı nasıl ele aldığını gösteren bir özellik arz eder. Şöyle ki; Batı toplum ve varlığını, mutluluğunu kollektif bir oluşumla bireyselleştirirken bizde bireyin mutluluğu kendini gerçekleştirme, insani kemalata uluşmakta çoğullaştırır. Yani Batı için çoğunluğun yansıması olan birey varken bizde insanın meydana getirdiği topluluk vardır. Batının bütün kalabalıkları hepsi birbirine benzeyen bireylerken ki; yaşam, siyaset, ideoloji, hayattan beklenti, üretin, tüketim alışkanlıları gibi hep

Anlatsana bir kasiyerin başından geçen hikayeleri yiyorsa!

Hep anlatacağım bir masalım vardır. Bir sekilde masallar hikayeler uydurabilirim, hiç durmadan. Siz bilmezsiniz ama ben masallar dinleyerek büyümüş bir çocuktum. İnsanın mahalle mektebinden mezun bir büyükannesi olunca, okuduğu Osmanlıca hikayelerinden inanılmaz kahramanlar kalır aklınızda. Sanmayın bunlar cenk masalları… Hayır, bunlar basbayağı Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi Acem, Arap masalları. Mesala Dede Korkut’tan Tepegöz hikayesini, ben ilk kez büyükannemden dinledim.  O, Latin alfabesi bilmediği içinse mektebe gitmiş; okuma- yazmayı öğrenmiş. Biz torunlarına kitap getirir yahut bir yerlerden eline geçmiş kağıt, takvim yaprakları okuturdu. Demek istediğim o masallar güzeldi…   Ben ilk hikayemi ilkokul üçüncü sınıfta yazdım. En son hikayemi ise geçenlerde bir kağıt üzerine iliştirdim ama şu anda kağıdı bulamıyorum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim, hikaye yazmakta pek iyi olduğum söylenemez. Kurgu sorunlarım var. Sonra karakterlerin birbirinden faklı dünyalarını aktarm