Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yılbaşı muhasebem....

  Yılbaşı muhasebem.... Efendim, bizim çocukluğumuzda yılbaşını kutlamak bir teşvik idi. Mektepler erkenden dersi bitirir, devlet daireleri yarım gün mesai yapar, alıs verişler yapılır, meyveydi, çerezdi, gazozdu, özel yemekler hazırlamaktı eş dost akraba bir araya gelir tombala oynanır, televizyonda türkü şarkı çalar dansöz saati beklenirdi. Biraz keyfli aileler rakı şarap eşliğinde demlenir geceyi kefyle geçirirlerdi. Milli piyango alamayana iyi gözle bakılmaz ezik görülürdü. Genç olduk o vaktilerde de kutlanırdı. Sadece rahmetli Erbakan abi, "Mekkenin fethi" diye bir gece uydurmuş aman ha selametçi gençler yılbaşı kutlamasın; basalım hamaseti gidip Mekkeyi tekrardan kurtaralım gecesi düzenlemeye başlamıştı. Neyse işte... Zaman geldi geçti, güneş batı doğdu. Ay tutuldu, kuyruklu yıldız kaydı yağmur kaç defa yağdı bilinmez, kar yağdı, kış üzerimize geldi, bahar oldu, yaz geldi, o oldu, bu oldu derken devir değişti şimdilerde yılbaşı kutlanmasın diye her şey renksizleştirildi

Ananas benle tanıştığında topaldı

Yaklaşık 11 yıllık arkadaşım Ananas öldü... Benle tanıştığında topaldı sonra kör oldu. Köle pazarında satılırken topal ve uçamadığı için kimse almamış ben de kandırılak satın aldım onu. Ne uçuyor, ne ötüyor ne de bir insanlığı vardı. Elime alsam kekiyordu. Hayatın kendisine yüklediği acıları benden çıkarıyordu. Dünyaya gel, ana kucağı görmeden satışa çık, çocuk başına kafeslerde sürün bir de topal ol... Genç kız ol, erkekler sana kur yapmasın topalsın diye. Bütün bu acıları beni kekerek çıkarıyordu. Tam 11 yıl arkadaşlık yaptık. Geçen sene de kör oldu. İyice huysuz çekilmez olmuştu. Neyse işte; sonunda enfeksiyona ve benim onunla bir hafta ilgilenmemem nedeniyle öldü. Zaten son bir iki yıldır ölse de kurtulsam diye düşünüyordum. Balkondan atmayı bile düşündüm. "Kuş balkondan düştü öldü." Ne harika sansasyonel haber olurdu. Bütün bunları yapmadım. Bana küserek öldü... Götürdüm bir parka bıraktım. Kediler, fareler yesin diye. Üzüldüm mü öldü diye(?) gerçekten hayır. Hiç bir hav

Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesinin Esin Kaynağı Kimlerdir

  Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesinin Esin Kaynağı Kimlerdir Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin esin kaynağının kimler olduğu, başta Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarının düşünce dünyasının kimlerden, ne kadar etkilendiği bir tartışma alanı olarak canlılığını korur. Kemalist ve tabi propagandist çevreye göre Atatürk zaten bir lider olduğu gibi aynı zamanda filozof olarak cumhuriyeti kendi özgün düşünce dünyasında inşaa ederek gerçekleştirmiştir.  Fakat şu notu düşmeden bu cümleleri kurmazlar; Namık Kemal’in, Atatürk’ün gelişim sürecinde etkisi olduğudur. Milliyetçi anlatıya göre ise Ziya Gökalp’in etkisi bulunmaktadır. Özellikle Atatürk’ün Türk milliyetçiliği ve ulus devlet fikrinin ilham ve ortaya çıkmasında temel saik olarak Ziya Gökalp zikredilir. Ama bu, felsefi bir ilhamdan mı yoksa bir reelpolitik meselesinden mi kaynaklanıyor du? Zira Ziya Gökalp idealist bir muhafazakardı ve Atatürk’ün seküler devlet anlayışında onun etkisinden bahsedilemez sanırım.  Peki Ya Abdullah Cevdet’in

Yığınlara meşhur olmak başka bir şey, yığınları yönetmek başka birşey

  Sanayi toplumu eğitimine maruz kalmış, piyasa ekonomisiyle yetişmiş insanımızın en büyük hastalığı meşhur olmak, tanınmak, kitlelere mal olmak. Hele de şu kendisine düşünür, edebiyatçı zart zurt yaftasını vuranlar. oysa efendim insanlığın günümüzde en meşhur olan filozofları bütün metedolojik paradigmayı yazıp çızen adamları vakti zamanında ya 500 yahut en fazla bin kişi ya tınıyor ya tanımıyordu. Aristoyu veya Tales'i kaç kişi tanıyor olabiliyor o vakitler. Bütün bu isimlerin şöhret bulması aslında rönesans hatta sanayi tipi eğitimin yaygınlaşması üzerinedir. Basın yayın enformasyon işlerinin artmasıyladır. He ama bu adamları tanıyan elit bir çevre vardı. Yani günümüzde bilinen büyük felsefe, düşünür, edebiyatçı dediğimiz insanları belli bir çevre bilir tanırdı. Bunlar siyaseti, politikayı, ekonomiyi, askeriyeyi vs vs yöneten insanlardı. Bunların bu insanların fikirlerini, düşüncelerini bilmesi önmeliydi. Günümüzde pazarda çalışan, tekstil atölyesinde işçi, nüfus müdürlüğünde m

Bir Sezai Karakoç Hikayesi de benden...

Bir Sezai Karakoç Hikayesi de benden... Bu memleketin mevcut siyasası, bürokrasisi içinde Sezai Karakoç'u okumayan var mıdır acaba. En azından Mona Roza şiirini okumayan? Benim gibi bir eziğin tanıdığı 3-5 bürokratın, Karakoç'un bir kaç şiirini ezberden okuduklarını ve bu nedenle beni kınadıklarını bilirim. Karakoç'un çok şirini okudum ama hiç birini doğru düzgün ezberleyemedim.  Ezberlediklerim üç beş satırı geçmez. Onlardan biri "Yağmur Duası" şirinde geçen Ben geldim geleli açmadı gökler; Ya ben bulutları anlamıyorum,  dizeleri. Sezai Karakoç, modern -popüler- tanımla İslamcılığın ona göre ise İslam medeniyetinin, İslamın sonsuz savunucusu ve bu toprakların ve dahi Ortadoğunun buna ek olarak Türk dünyasının kurtuluşunun ancak İslamla dönüşle mümkün olacağıdır. Bu meselenin detayları çok fazla ve konuşulduğunda cevapları öyle kolay verilecek şeyler değil. Ama Sezai Karakoç gibi samimi inananların varlığı her zaman değerlidir. Onların kesin inançları, insanlığın

Kılıçdaroğlu'nun "helalleşme" yolculuğu ve çağrısı

Görebildiğim kadarıyla siyasal uçlarda dolaşan veya o uçların ciddi etkisinde kalanlar; Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Helalleşme yolculuğuna çıkıyorum" cümlelerini ya çok sert tepkiyle ya da mesafeli bir tutumla politik söylem olarak görüyor ve mesafeli davranıyorlar. Oysa siyasetin söylemsel gücü yapısal sorunların çözümünden önce gelir. Yani siyaset asıl olarak bir söylev sanatıdır. Siyasetçinin en büyük başarısı söylevin gücünü doğru bir metodoloji ile yönetmesidir. Zamanla siyaset teorisi içerisinde bu söylevler derinlik kazanır ve felsefi, hukuki, bürokratik yönelim ve düzenlemelere neden olur. Siyasilerin her olumlu yorum ve yaklaşımları hem uzun hem de kısa vadede toplumun kazanması anlamına gelir. İdeolojik ve siyasal gerilimin kazanan tarafları ise daha çok yüksek siyasal elitler, sermaye ve ekonomi çevreleri, kara para ve militarist çevrelerdir. Bunu müteaddit olarak belirtiyorum. Türkiye bir gerilim ağına giriyorsa bunu destekleyen örgütlenmiş yapılardır. Örgütlenmek

Siyasette toplumsal tahakküm muhalefette yapısal sorun

  Türkiye'de siyaset her zaman siyaset olmanın ötesinde bir özellik arzeder. Uzayan siyasal tartışmalar ve çekişmeler artan sorunlar ve problemler; politik önermelerle ve siyasal çözümlemelerle sağlıklı bir yola girmenin araçları olarak kullanılmaz. Daha çok rasyonel olmayan bir alana çekilerek toplumsal kutuplaşmayı artıran nefret söylemleriyle beslenen siyasal topluluklara, dini semboller, inançlar üzerinden oluşmuş kitlelere, yapılara teslim edilir. Böylece, siyaset bir çözüm aracı olmaktan çıkar; hamaset, düşmanlık, birbirine karşı duyarsız kitlelerin oluşmasına aracılık eder. Bu yöntem siyasetçinin bir tercihi olarak kullandığı bir yöntem olsa da bir bakıma doğal siyasetin kitlendiği; problemleri ve çözümleri doğru şekilde tespit edemeyen bir politik düzlemi işaret eder. “Oğlum Nusret, biraz ülke sorunlarıyla ilgilen! Ordu’da Tiyatro Sahnesine Çıkan İlk Öğretmenlerden Edibe Akyol İktidarlar vadettikleri refahı, güven huzur ortamını, sorunların çözümünü; devletin kaynaklarını d

Böyle taktiklere hep hayran kalmışımdır

Hikayeyi en baştan almalıyım. Fakat hikayenin nereden başladığını bilmiyorum. O nedenle "en başa" dönmeyeceğim, dönemem. Nazmi Abi'nin hikayesini yazmak çöplüğü tanımak bilmek demek. Ben çöplüğü evdeki kadar biliyorum, oysa çöp onun için bir ekmek kapısı, fabrika, iş, aş... Kahramanımız Nazmiyi tanımak için uğraşmadım, hatta hiç desem çok doğru olur ama sanırım o benimle tanışmak için uğraştı. Tanışmasının bir tesadüf olduğu kanaatinde asla değilim. Onun yaşamında tesadüflere yer yok. Her işi planlı, programlı. Çünkü o bir çöpçü! Çöp ayıklayıcısı... Çöpün belediyeye ait kamyonlarca çöp toplama alanlarına getirilme saati, araçların gövdelerinin yere yakınlığına göre -taşıdıkları yükün ağırlığından- ne olabilecekleri, çöpçülerin o gün elbiselerinin ne kadar kirlenmiş veya temiz kaldığını gözlemlemek, keyflerinin, yorgunluklarının ne kadar olduğunu anlamak; bütün bunları kısa zaman aralığında çözmek çöpten para kazanmanın tesadüflere bağlı olmadığını, planlı programlı olmak

"Oğlum Nusret, biraz ülke sorunlarıyla ilgilen!

Beton gibiyim. Huzursuz bacak sendromu beni bitirecek.  Camın önünde gerilmiş kaslarımı esneterek açmaya çalışıyorum.  Güneşin ilk ışıkları, gökyüzüne birikmiş yağmur bulutlarının arkasından kendisini göstermeye çalışıyor. komşunun balkona astığı çamaşırların rüzgarın etkisiyle uçuşmasına bakmak ne kadar pis bir duygu. İnsanların mahremlerini takip ediyormuş gibi geliyor. Halen camdan, balkondan uzun uzun dışarıya bakmaya alışamadım. Ocağa koyduğum çay suyunun kaynamasına az kaldı, alt kattan yükselen bebeğin çığlıkları odayı dolduruyor. Onun da midesi boş, sabah emzirme çağrısında bulunuyor; ağıt yakarak... Eskiyen lastiğiyle sarkmış olan aşofmanım, üzerimden aşağı doğru düşüyor, ayaklarımın tırnakları uzamış, küçük parmağımın nasırı iyice sertleşmiş. Halının kenarına damlayan kahve lekesi halen orada duruyor. Oysa iki haftadan fazla zaman geçti. Halen leke gitmemiş, Acaba odanın bu köşesine fazla gidip gelmiyor muyum. Banyo yapmam lazım. Sevgilim olsa sevişirdik. Bu yaşta! Çay suyu k

Yeni bir dil uydurmak gerekir mi acaba?

İnsanın yaşamı boyunca kendisi için maliyet açısından en yüksek ürün; natık/söz... Hayatımız boyunca yaşamak için besleniriz. Yaşamımızın en etkileyici ürünü ise konuşan/sözlü bir canlı olmamızdır. Beslenmemiz, en iyi ürünleri tüketmemiz, en sağlam barınaklarda kalmamız hepsi yaşamak, yaşayan bir canlı olarak da konuşmamızı sürdürmek için. İnsanın aç kalınca en az yaptığı şey konuşmak. Çünkü konuşurken insan çok fazla enerji harcar zira beyinin en faal olduğu zaman dilimlerinden biridir. İnsan konuşmaya başladığı andan itibaren kelimeleri üretmeye başladı ve kelimeleri belli bir sistematik içinde kulanması gerektiğini farketti. Konuşmaktan amaç ise karşındakine ulaşmak kendini anlatmak ve onu anlamak içindir. Kendini anlaman için konuşman gerekmez. Doğru yanlış tanımları ötekiyle kurduğumuz ilişkiyle oluşan kavramlardır. Bu nedenle -belki de- konuşmaya başlamak aynı zamanda diğer insanı öteki yapmaktır. Dinleyenin seni anlaması için belli bir sıralama ile konuşman gerekir. Bu sıralama

Kedinin sidiği benim unutmuşluğum

  Aslında bütün mesele benim yazmayı düşündüğüm hikayenin daha etkileyici hatta okuru provake etmek için iğrenç bir paragraf cümlesiyle başlama hevesimle ortaya çıktı. Evin salonuna kakasını ve işeğini bırakarak ortalığı haftalarca geçmeyen koku sarmalına neden olan bir kedinin yüzsüzlüğünü, aymazlığını anlatacaktım. Kedi kahramanların hikayecilikte çok fazla kullanıldığı aklıma geldi. Hem bir kedinin biyografisinin kime ne faydası olabilirdi. Her ne kadar faydacı edebiyata inanmasam da satmayacak, okunmayacak bir hikayenin bana ne faydası olabilirdi ki. Bütün faydacı endişem bu aslında. Kedi hikayesinden vazgeçip daha çok dikkat çekecek bir soruna yöneldim. Yere atılmış onlarca şekerlemenin, ayakkabımın topuğuna yapışmış olan parçacıklarının tabanından çıkardığı sinir bozucu "cık cık" sesleri, artan market fiyatları, yükselen dolar, halen alamadığım evim, beni terkeden düşüncelerim bütün bunların arasında kalan kimdi onu yazmalıydım. Marketten çıktım evin yakınına geldiğim

Konumuz: Tekerleği bulanın Allah….

Yazılarıma çoğunlukla konuya ilgisiz bir giriş cümlesiyle başlarım. Bu tutumum sanırım; her konunun kendi yapısal özelliği gereği ilgisiz gördüğümüz olgularla ilişkili olduğu kanaatimin bir sonucu. Konu: bir sorunun belli bir mantıksal kurgulama üzerinden muhatabanıza aktardığınız düşünce, olay ya da olgulardır. Eğer bir şeyi mantıksal örgüler içinde ifade edemiyorsanız; konu olmaktan çıkar ve değersiz bir şeye dönüşür. ‘ Şey’   diyorum çünkü tanımlanamayan her yapı şey olarak isimlendirilir. Eğer siz anlatacağınızı -o her neyse- bir konuya dönüştüremediyseniz farklı şekillerde tanımlanacaktır ki bu da muhatabınızın tanımlama yetkisini, hakkını ele aldığı yerdir. Yani siz artık tanımlanansınız. Her ne kadar “ şey”   sizin  anlatmak istediğiniz mevzu ise de. Fakat konuya ilgisiz olarak düşünülen sorunu, doğru bir mantık ve yapısal sorunla ilişkili -dolaylı veya dolaysız- olduğunu ifade ederseniz o vakit ilgisiz olan cümleleriniz ilgili olan konuyu bütünleyen bir giriş paragrafına dönüşü

Ne zaman kafayı sıyırdın

 Tuvalet sırasında beklerken, yerde pisuvar kenarından damlayan su ve idrar atıklarının akar yerine düşmüş olan 1TL yi avuçlayıp cebine koyduğunda beni göreceğini biliyordum. Cebinden elini çıkarıp yanağının kenarından akan salyayı silip, "Hocam, nasılsın" diyerek elini uzattı. O anda hanımın "şu delileri, sokakta kalmışları gördüğünde onlarla tokalaşma alışkanlığını bırak. Tokalaşmadan da onlarla konuşa bilirsin. Salgın var!" cümlesi bir spot olarak gözümün önünden geçti. -İyiyim Nazım abi sen nasılsın diyip uzatan elini tuttum. Ama bunun Nazım abi için yetmeyeceğini biliyordum. Boynuma sarılıp "Hoca seni özlemişim. Hiç camiye gelmiyorsun artık." cümlesi, üzerine sinmiş olan tuvalet kokusuyla birlikte ta ciğerlerimin içine kadar  indi.  -Camiyi sana bıraktım artık Nazmi abi. Sınıf atlamaya çalışıyorum. Yapamadım ama uğraşıyorum halen. -Hoca sen okulu bitirmedin mi daha? Arkadamdaki adam. Sıra sende abi dedi. -Nazmi abi sonra görüşelim şimdi bana müsaade,

İslamımı konuşmak istiyorsunuz?

Şimdi Efendim, İslam dininin Peygamber döneminde 23 yıllık bir süreçte teşekkül ettiği kabul edilmekte. Yani Peygamberin bu dinin metinlerinin tam olarak şimdi bitti dediği zaman 23 yıl sürdü. Buna göre şöyle bir durum var. Sanırım ayet sayıları düşünüldüğünde güne 1,6 gibi ayet sayısı düşmekte. Bu elbette her gün bu kadar ayet iniyordu demek değil. Güne bölsek böyle diyoruz. Elbette kimi zaman 5-10 ayet iniyordu kimi zaman haftalarca inmiyordu. kimi rivayetlere göre yıl içerisinde inmediği dönemlerde var falan filan... Gelelim bunu neden anlattığımıza. Şimdi İslamın öğretilmesi tebliğ edilmesi dediğimiz bu dönemde pek çok sahabi çeşitli şehirlere, köylere hatta uzak beldelere dahi giden oldu. çeşitli . Bunlar gittikleri zaman ya böyle günümüz İslamcıları gibi ellerine Kur'an alıp; "Allah şöyle dedi böyle dedi, yok bu ayet şunun için indi şu fıkıh var, şu imam var" gibi cümleler kuramıyorlardı. Bildikleri 15-20 ayet mi işte bununla insanlara dini anlatıyorlardı. Ortada fı

Tanrı'nın çok kırılgan insanları

  Doğada ya da şöyle diyelim, Tanrı'nın çok kırılgan insanları vardır. Konumuzu şöyle somutlaştıralım: Ağacın dalları vardır. Kimisi kalın ve güçlü kimi zayıf ve kırılgan. Kırılgan dallar aslında yaprak açan, meyve veren dallardır. Yani ağacın meyvesi orada yetişir. Bu kırılgan insanlar da insanlık ağacının meyve veren dallarıdır. Bunları koruyan kalın dallar vardır; güçlü insanlar. Eğer bunlara siper olmaz korumazlarsa bu kırılgan insanlar başka istilacılarca kırılır. Doğaya yenik düşer. Yaprak açmaz meyve vermez. Bu insanları kırmamak sahip çıkmak gerekir. Bunlar tanrının ya da doğanın da diyebilirsiniz seçkin varlıklarıdır. Bunları kırdığınızda tanrıyı kırmış olursunuz. Bunlara sahip çıktığınızda tanrıya/doğaya sahip çıkmış olursunuz..

"Etme bu cefayı, kanlım olursun

Türkçe'nin Anadoluya yayılmasında, öğrenilmesinde, içselleşmesinde ozanlarımızın etkisi 1200'li yıllardan itibaren artarak görülür. Bunların en başında gelen ve bilinen isimlerden biri tabi ki Pir Yunus'dur. İlahi aşkın toplumsal olanı kuşatmasının en harika örneklerini görebileceğimiz güfteleriyle/şiirleriyle hem din dilinin imkanlarıyla milletleşmenin en harika örneklerinden birinin başlangıcını bize sunarken aynı zamanda mistik hayatın Türkçeleşmesine inanılmaz katkılarda bulunmuştur. Ve tabiki bir de beşeri aşk dediğimiz ama içeriğinde her zaman ilahi bir mananın varlığını anımsatan ozanlarımızın güftesi vardır ki onlar bize dünyanın yaşam alanının sadece sevdikçe güzelleşeceğini hatırlatırlar. Güzelin zülfü, alemin bir parçası olması bakımından aleme de iyi gözle bakılmalıdır. Yoksa kem gözün göreceği şey yarin zülfünün arkasına saklanmış tendir ki onu kötüye göstermek varlığın kendisine ihanettir. Kötünün el uzattığı her şey o zaman Tanrıya döner ve "Etme bu cef

Seküler cevrelerin ve bir psiko-siyasal operasyon olarak kadına şiddet hikayesinin geçmişi

 Seküler cevrelerin ve bir psiko-siyasal operasyon olarak kadına şiddet hikayesinin geçmişi. Modern kadının birey olabilmesi kendi ayakları üzerinde durması, ekonomik bağımsızlığını kazanması mücadelesi her zaman taktire şayan ve şahsen insanlık tarihi içinde benim en karakterli ve tek gerçek mücadele olarak gördüğüm olaydır.  Şimdi Türkiye tarihi ve kadının hakları ve özgürleşmesi birey olması meselesi ise tamamen ideolojik ve aynı zamanda osmanlıdan cumhuriyete intikal eden egemen sınıfın, anadolu kadınını ezmek, yok etmek onu farklı bir norma çevirme çabası olarak gerçekleşir. Bu tutum sistematiktir. Bu ülkenin kadınını kendi tarihsel süreciyle geliştirerek değil de tepeden inme bir yöntemle dönüştürme çabasıdır. Dönüşmeyeni de sistem dışına atmak üzere kurgulanmıştır.  Bu devlet, sistem eliyle kadına şiddetin en bariz olduğu dönemlerden biri 80'li yıllardan sonra başörtülü olduğu için üniversitelerden, kamudan atılan kadınlardır. Bu fiili şiddet tam olarak 20 yıl sürmüştür. Ben

İslam hukukçularından bu memlekete bir fayda gelir mi?

  İslam hukukçularından bu memlekete bir fayda gelir mi? ( Nisan 2013'de yazılmıştır.) Fıkıh, doğruluğu kabul edilen bilgi ile yeni bir bilgiye ulaşmak anlamına gelir ki fıkıh ile bilgiye ulaşan kişiye fakih, bilgiye ulaşma gayretine ceht, bilgiye bir norm kazandırmaya ise içtihad adı verilir. Böylece fıkıh, “ilim” kavramından ayrılır ve spesifik bir anlam kazanır. Kuran, “Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar anlamazlar/fıkıh etmezler.” (63/7) ayetiyle; ilim ile fıkıh arasındaki farkı ortaya koymuş olur. Zira tanrıya inansın veya inanmasın, insanın bir ilmi/bilmi vardır. Ama fakih olmayabilir. Dinin bir ilim olduğunu hatırlatan “...Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda fıkh edip (iyice bilgi sahibi olmak) ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar” (9/122) ayetiyle fıkıhla, din bilgisi arasında var olan ilişkiye işaret edilmektedir. Din, öğrenilmesi gereken bir bilgi olduğuna göre; ilim kab

Cehennem acı cektiğimiz yer değildir

 Hallacı Mansur abimizden; "Cehennem acı cektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir." diyor... Hallac abimiz, bu cümleyi kurmuş mu bilmiyorum. Ama kurmuşsa güzel kurmuş. O değil başkası kurup ona izafe etmişse güven sorunu ve mitolojik karakterlerin arkasına sığınarak fikrini kabul ettirme yoluna gitmiş. Karakter gelişimi, öz güven sorunu olan bu tipler ne yazık ki ortadoğu coğrafyasında çok fazladır. Kendi tecrübe ve kanaatlerinin değersiz olduğuna mektepde, üniversitede inandırılan bir insan topluluğunun ulaşacağı tek sonuç ise "bu kim ki böyle konuşuyor susturun, öldürün, linç edin." Kültürünün egemenliğidir. Bunu en başta besleyen karakterlerse bu coğrafyanın okumuş, ben akademisyen oldum, doktor oldum, şu oldum bu oldum diyen statüden, kurumsal ideolojik sistemden beslenmenin arkasına sığınan çapsızlar topluluğudur. En çok şikayet edenler onlardır. Çünkü bu sistemden beslendikçe azmaktadırlar. Her ne kadar akıcılığı, bilimi zartu zurtu s

Böyle bişeler işte....

  1-Evrende var oluşumuz fiziksel bir döngünün yansıması olarak "crazier complicat" bir durumun sonucudur. Bu nedenle bir anlama ihtiyaç duyarız. 2-Fizik bir anlam bulma çabası olmadığı için teorik olarak matematiğe ihtiyaç duyar. Anlam matematikle üretilir. 2+2=4 fiziksel bir şey değildir. Matematiksel bir ön kabul ediştir ki bu anlamın kendisidir. 3-"Varsayım" bir anlam arama çabasıdır oysa fizik bir varsayım değil sonucun kendisidir. Sonuç bir anlam değildir. Sonuca getiren şeyleri -ki buna varsayım denir- konuşmak anlam denen şeyi ortaya çıkarır. Varsayımın kendisi zaten matematiktir. "crazier complicat" kavram olarak en uygun uydurulabilir geldi bana....

90'lı yıllarda bizlere aynı şimdiki gibi manipülasyonlar yapılıyordu

90'lı yıllarda bizlere aynı şimdiki gibi manipülasyonlar yapılıyordu. İşte devlet mafya, devlet hırsız devlet kafir vs diye.. Hepimiz böylece propaganda haberlerle manipüle olmuştuk. Devlete ne inancımız ne güvenimiz vardı. Benim öyle arkadaşlarım vardı ki bu devletin inanılmaz şekilde düşmanıydı (onlara sonra ne olduğunu yazacağım). Öyle bir şekilde devletten uzaklaştırıldık ki bir görev almayı, bir memur olmayı dahi düşünmedik. Neyse işte bizi öyle zehirlediler. Aynı şimdi ki bugünlerde (iki üç yıldır) yaşayan genç nesle yaptıkları gibi. Ben lise ve üni.deki gençlere bakıyorum devlet düşmanı olmuş çıkmışlar. Kurumlara, devlete güvenmiyorlar vs. Sabah akşam maruz kaldıkları propagandanın sonucu bu. Bu gençler aslında bunun kendilerini sistemden elemine etme yöntemi olduğunu asıl amacın sistemi elinde tutmak isteyen, yahut ele geçirmek isteyen çevrelerin kendi çocuklarının işine yaradığını anlamıyorlar. Daha somutlaştırayım: Bi gün MEB'in bir toplantısına gittim. Orada işte b

Yahudi Efsanesi...

  Modern dönemde Yahudilerin çok zeki çok yetenekli, çok bilgili, mucid bilmem ne diye uydurulmuş bir efsane vardır. Oysa bilim adamı, felsefeci Yahudilerin çoğu 18. yüzyıldan 20'nci yüzyıl başlarına kadar Almanya'nın imkanlarını en iyi kullanan topluluk olmalarından kaynaklanır. Çünkü Alman İmparatorluğu Almanları çiftçi tarımcı olarak bırakırken ticaret ve bürokrasiyi Yahudi devşirmelere bırakır. Aynı Osmanlının Ermenilere yaptığı gibi. Yani Ermeniler de malum Osmanlı da böyledir. O nedenle bizde de Ermeni sanatçı, bilim adamı çoktur. Ermeniler de bizde övünürler o nedenle... Bizim Müslüman ahali ve Türkler toprakla debelenirken. Onlar en iyi okullarda okumuşlardır. Bu İmparatorlukların politik refleksidir. Almanlar'da aynını Yahudilere yapmıştır. Yani Yahudiler en iyi imkanlara kavuşmuştur. En iyi eğitimi ve ekonomik imkanı bulunca adamlar Almanyanın imkanlarından faydalanarak dönemin bilimsel çalışmaların katkıda bulunurlar. Ve 19-20'nci yüzyılda bilimsel çalışmala

Yahudiler...

 Y ahudiler, yani ibraniler, Aramilerle yaşadıklarında dillerini koruya bilmişlerdir. Aramiler de Yahudiler, Araplar gibi bir Sami milletidir. Mesela İsa Aramidir, İbrani değildir. İsa İbranileri inançlarını düzeltme iddiasındadır ve onları yanlışlar. Sonra Araplardan Muhammed Peygamber çıkar yine İbranileri (yahudileri) yalanlar, inançlarını hedef alır. Yahudiler bütün kırallarını tanrının halifesi olarak görürler. Yani kral tanrının ağzıdır. Ama kraldır. Süleyman, Davud, Musa vs... O nedenle kötülük yaparsa yani hak yerlerse, zulmederlerse yahudiliğin kanunlarına aykırı davranırlarsa baş kaldırırlar. onları öldürürler. İsa gelir ve der ki "Bu yahudiler, Tanrının seçip kral yaptıklarını öldürdüler. Oysa Krallar yani Resuller ne yaparsa günahsızdır." Muhammed Peygamber de Yahudileri yalanlar. Yani İsa gibi konuşur. Adamları krallarını öldürdükleri için katil ilan eder. Oysa tarih, yaşanılan olaylar, onların yani yahudilerin kendi tarihi, öldükleri kendi krallarıdır. Bir mi

Sahi insan hayatta ne görmez

Hayat nedir, yaşamak nedir, bir olaya odaklanmak nedir. Çoğumuz bir işi yapmak, bir yere gitmek, bir şeyi öğrenmek için o nesneye odaklanırız. Pazara gidip elma alacaksak ve pazardan elma alıp gelmişsek işimizi halletmiş ve yaşamımızı, hayatımızı sürdürmüş oluruz. Yani hayat akıp giden bir nesne biz de özneyizdir.  Oysa biz pazara giderken, yanımızdan geçen bastonlu nine, annesinin elinden tutmuş bebek, ayağı kayıp tam düşecekken yanından geçen adama tutunan kadın, tezgâhında karnı acıkıp yemek yiyen pazarcı, pazarlık yapan müşteri, rüzgarla havalanan pazar çadırları yahut yağmurda ıslanan tezgahlar, yere düşmüş sebze meyveler. Arada peynir, zeytin, bal satan tezgâhlar, elektirik süpürgesine torba arayan kız çocuğu, parasını düşüren öğretmen, ezan okuyan müezzin, yerde yuvarlanan poşetler,...  Bütün bunlar biz pazara elma almaya gittiğimizde yaşanmış şeyledir ama biz sadece elma aldığımızı söyleriz sorulsa; neden pazara gittin diye.   Bütün diğerleri sadece detaydır sorulan soruya ceva

Kendi Kendime Felsefe Yapmalar: Düşünce

  Evrende yer kaplamayan her şey soyut olarak tanımlanır ve evren iki temel şeyden oluşur. Biri   boşluk   diğeri ise o boşlukta yer kaplayan nesneler. Boşluk; nesnenin görünür olma imkanını sağlayan, fiziksel olarak hesaplanamayan (fiziksel olarak mutlak bir boşluktan söz edilemez) ama matematiksel olarak teoride hesaplanabilir alandır. Evrende en büyük alanlar boşluklardan oluşur.  Böylece boşluk nesnenin (maddenin yoğunlaşarak) görünür/vücut olmasını, sağlar. Amacımız elbette gök bilim alanında bir şeyler yazmak değil, sadece bir şeyin ortaya çıkması yani vücut bulması için boşluğun olması gerektiğini hatırlatmaktır.   “Boşluk olması gerekir.”   önermemiz bir zorunluluk ifade etmiyor ama şu ana kadar fizik biliminin gereği olarak kabul edilmiştir. Belki de bir gün nesnenin var olması için boşluğun gerekmediği sonucuna da varılabilir. Cumartesi yayınlanan kararnameler ve benim planlarım Elbette ilk bakıldığında bu yazdıklarımızın düşünceyle ne ilgisi var gibi bir soru sormak gayet ma

Muhalefetten bir iktidar çıkar mı?

  AKP iktidara geldiği zaman arkasında yaklaşık olarak 40 yılın birikmiş bir siyasal entelektüel birkim vardı. Ve bu birikim siyasal olarak politik çekişme ve kavgalarla da kirlenmemişti. Daha çok mevcut cunta yapılanmasına karyı bir svil kimliği temsil ediyordu. AKP iktidarıyla birlikte hemen hemen hepsi sırayla iktidar elti oldular sonra sırayla elekten aşağı doğru elendiler. Siyasal, politik kavgalarda radika olarak taraf oldular, Darbe teşebbüslerini meşrulaştırma ardından darbe ile işbirliğine gidenler dahi oldu. Türkiye "kirletilmiş" kirlenen politik, ve düşünsel çöplük oldu. İyi parti veya diğerleri popülist siyasetin, siyasetçilerin çöplüğü durumunda. Oysa Türkiye'nin bir iktidara ihtiyacı var. Hem bölgesel hem de ulusal sorunlar, artarak büyüyen ekonomik sorunlar, pandemi, gelecekle ilgili hem Türkiye'de hem dünyada artan kaygılar... Bütün bunları yönete bilecek bir iktidra ihtiyaç olduğu kesin? Peki Muhalefetten bir bu manada bir iktidar çıkar mı?

Cumartesi yayınlanan kararnameler ve benim planlarım

  Hafta sonu tatiline potilik bir gündemle günaydın dedik. Gece vakti yayınlanan Cumhurbaşkanlığı genelgeleriyle Merkez Bankası Başkanı   Naci Ağbal’ ın görevinden alındığını yerine  Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu’ lunun atandığını öğrendik. Bu aslında bir dönemdir Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin ve para politikalarının içine girmiş olduğu sarmalın bir sonucu. Çareler aranıyor ama şu anda sanırım pek işler istendiği gibi gitmiyor.  Ekonomik krizin Türkiye’de giderek ağırlığını hissettirdiği günleri yaşıyoruz. Naci Ağbal’ın göreve henüz çok yeni gelmiş olması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun yıllardır çeşitli kademelerde görev verdiği bir isim olması sebebiyle, bu beklenmedik ani görevden alma piyasada şok etkisi yarattı gibi duruyor.  Henüz Naci Ağbal’ görevden alınmasıyla ilgili bir açıklama yok. Ancak bunun yeni yönetimin sıkı para politikaları noktasındaki şahin duruşu nedeni ile olabileceğini düşünülüyor. Piyasaların bu değişikliğe yönelik verdiği ilk tepkilere baktığımızda yabancı a