Ana içeriğe atla

Kuru fasulyeyi ve para aklamayı çok severdi

Evin arka tarafından gelen sesi anlamak için merdivenleri inerken ayağı takılıp yan üstü düşeceği sırada trabzana tutunarak  ayakta kaldı. Düşme korkusu, telaş, kaygı, anlık artan nabzı... "Rahatım, bir şey yok, düşmedim, tamam..." diyerek durdu. Zihninde Sezen Aksu'nun bir parçasını ısılığıyla çaldığını hayal ederek rahatlamaya çalıştı. Panik zamanları bu işe yarıyordu...

-Sezen Aksu'nun parçası mı neydi? 


-Bilmiyorum, hikayeye renk katmak için uydurdum. Bak, bu metne yazarın girip çıkması, müdahalesini de yine renk katmak için yaptım. 1950'li yıllarda yaşasaydım acaba Muhsin'in zihnine hangi şarkıcının melodilerini yüklerdim. 50'li yılların en popüler sanatçısının kim olduğunu öğrenmek için bir googleye bakmam lazım az biraz bekle! Hee, bu arada merdivenlerden az kalsın düşecek olan kişi Muhsin'di. 

Tamam baktım ve 50'lili yılların en popüler sanatçılarından birinin caz müziğin deha çocuğu olan Louis Armostrong olduğunu öğrendim. Louis Armostrong'un en çok sevdiği yemek kuru fasulyeydi biliyor musunuz. Hatta bir ara İstanbul'a konser vermeye geleceği vakit "Kuru fasulyeyi çok sever" diye haber yapıp bizden biri olduğu imajıyla bilet satışlarını artırmaya çalışmıştır konseri düzenleyenler...  Ama bizim Anadolu çocuğu Muhsin, o dönemde de olsa nasıl ıslıkla çalabilirdi ki. Acaba Muhsin'i Amerika'ya mı göndersem. Ya da İstanbul'un varlıklı ailelerinden birinin çocuğu yapıp Fransız Saint-Joseph Lisesine mi göndersem.

Ooo! Neyse konuyu uzattım bütün bunlardan vazgeçelim. 

Muhsin, evin arkasından gelen sese bakmak için merdivenlerden iniyordu. Saati yazmayı unuttum; gece saat iki. Muhsinin ayağı kayıp biraz gürültü çıkınca babası da uyandı. "a... koyduğumun çocuğu bu saatte ne gürültü yapıyorsun. Her gece aynı! Bırakmıyorsun ki bir uyuyalım." diyerek bir azar çekti Muhsin'e. 
-Baba ses çıkarma! Arka bahçeden ses geldi ona bakmaya gidiyorum. Sen bağırıp durma!
-Ne sesi lan!
-Ne bileyim ya!
Muhsin yavaş adımlarla aşağı indi. Bahçeye açılan kapıyı araladığında Yasemin'in bahçe duvarının kenarında yere çömelmiş olarak yarı çıplak buldu. Bir de hışırtılı bir ses geliyordu. Önce anlamasa da dikkatli dinleyince anladı. Yasemin işiyordu... 

-Ne bakıyorsun lan sapık manyak!

-Ne ne.. Ne bakması ya sese geldim. Bu saate sen ne yapıyorsun burada?

-Ne yapabilirim işten geliyorum. Karanlıkta kapıyı açamadım, altıma edecektim ne yapayım! diye azarladı Muhsin'i..

Yasemin, bir bankanın finans takip bölümünde çalışıyordu. Muhs'inin ablası...

Elbiselerin nerede?

-Aşağı mahalledeki sokak dilencisine verdim. Kadın önümü kesti "Abla üşüyorum. Kazağını versene" dedi ben de verdim.
-Manyak mısın kızım sen! diye ünledi Bayram. Bu babalarının sesi...  "Gece vakti bir kadına elbiselerini verip yarı çıplak yolda yürüyerek eve geliyorsun. Bu sidik kokusu ne lan? "

-Hiç... Baba bir şey yok, dedi Muhsin.

Bayram emniyetten emekli polis memuruydu. Bir dönem kalpazanlarla iş tutmuştu. Aslında iyi, namuslu bir polisti ama paraya karşı zaafı vardı. Hem de bu koca kentte üç çocuğa, bir memur maaşıyla nasıl bakacaktı. O da en zararsız gördüğü iş alanına yardımcı olmayı, destek vermeyi kabul etti. Emeklilik sonrası Florya'da bahçeli bir eve sahip olmanın imkanını polis memurluğuyla nasıl bulabilirdi(?) Sahte para. Ne de olsa kağıttı. Kimsenin canına zarar vermiyordu... 

Bana da kalırsa doğru yapmış. Sahte para... Kimi zaman ekonomilere çok önemli katkıları da oluyor. Devletler alttan alta kontrollü bir şekilde bunun yapılmasını sağlarlar. 

Bayram kapıyı çekip mırıldanarak içeriye girdi. Yasemin çömeldiği yerden kalktı. Muhsin, arka bahçeden ses geliyor Abla dedi. "Tamam gel bakalım." Arkaya doğru yönelirken elinde iki sopalı adamın eğilmiş bir şekilde yavaş adımlarla kendilerine doğru geldiklerini görünce koşarak eve gidiler. 
-Baba! Bahçede sopalı adamlar var diyerek Bayram'a seslendiler. Bayram telaşla beylik tabancasını alıp aşağıya indi. Kapının önünde iki adam sessizce öyle bekliyorlardı. Bayram bir an dışarı çıkıp çıkmamakta duraksadı. Pencereden baktı adamları tanımadı. Cesaretini toplayıp kapıyı açtı. Açar açmaz elinde sopası olan adam kolunu kaldırınca duraksamadan tetiği çekti. Diğer adam, "Ne yaptın Bayram  diye bağırmaya başladı. Gece karanlığı ve panik Bayram'ı yanıltmıştı. Altınşehirli Mustafa'nın sesiydi... Allah'tan kimseyi vurmamıştı. Silah sesiyle adam panikleyip yere düşmüştü.
Bu saatte ne işiniz varlan ibneler burada. Korkudan geberecektim. Çocuklarla korktuk. Arka bahçede ne arıyorsunuz bu saatte. 
-Arkaya para bırakacaktın  onu almaya geldik. 
-Bu saatte para almaya mı gelinir. Kaç defa diyorum size, gündüz gelin. Kalabalıkta gelin. Bu işi bırakacam ya... Ne manyak insanlarsınız olum...
Silah sesini duyan komşular polise haber vermişlerdi çoktan...

Bu hikaye nere gidiyor böyle inanın bilmiyorum. Durup bir konuyu toparlamam lazım. Yazmak istediğimle istemidiğim arasında öyle bir yere savruldu ki nasıl toplayacağımı bilemiyorum...

Polisler gelir gelmez Bayram onları bahçe kapısında karşıladı. 
"Hayırdı Bayram abi, silah sesi senden mi geldi. 
"Yahu hiç sormayın arkadaşlar, bizim kız işten gelmiş bu vakitte biraz alkol almış eşşekoğlu eşek, arka bahçeden girmeye çalışmış eve. Bizim küçük oğlan da hırsız var sanıp havaya ateş açmış. Allah'dan bişe yok"
-Yok bişe değil mi?
-Yok yok bişe   yok.
Polisler biraz oyalanıp gittiler.
Hikâyeyi toparlayayım devam edeceğim.


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara