Ana içeriğe atla

İslamcıların Anadolu Müslümanlığıyla Kavgası

"Din; Allah katında olan islamdır" ayetiyle şekillenen düşünce dünyamız, ilkel kabilelerin bile birbirlerine karşı geliştirilebildikleri siyasetin ve politik aklın dar alanına mahkum edilmiş durumda. Siyaset bilminin teorik aklının ve pratiğinin yetersizliğini ifade etmek; siyaset ve siyaset felsefesinin tarihi arka planını tartışmak demektir. Ama o zaman konu siyaset felsefesine dönüşmüş olurdu. Yapılmak istenen; modern dönemde dinin kaynaklarını referans alarak bilgi üretmek isteyen aydınının, göremediği ve görmek istemediği tepeden dayatma ile gerçeklemesini temenni ettiği devlet merkezli din yorumunu tartışmaktır. Ben bununla 80'li yılların yetersiz entelektüellerinin, İslam devleti beklentilerini kast etmiyorum. İktidar eliyle gerçekleştirilmesi hayal edileni, dini gerçek anlamına ve akışına çevirme teşebbüslerinden; geleneksel İslamın düşünsel yetersizliği bahanesiyle, yenilikci din bezirganlığından bahsediyorum.

Bu yenilikci hareket sadece batıcı reformist bir hareket değildir. Osmanlı sünniciliği, Arap seleficiliği, mutezili ve eşari kelamın savunucuları ile yeni yetme ilahiyatçıların ittifakıyla oluşmuş bir akıldır. Birbirinden farklı fıkhi ve kelami mezheplerin, iktidar yandaşlığına soyunarak, güya dini gerçek mecrasına, vahyin ruhuna uygun yorumlamaya, geleneği kötüleyerek aşağılama çabalarına şahid oluyoruz. Medya, özelliklede sekürler aklı (laikliği) temsil eden medyanın bu duruma çanak tuttuğu gözümüzden de kaçmamalı.
Bu düşünceyle hareket edenler, Ahmet Yesevi'nin, Hacı Bektaşi Veli'nin, Mevlana'nın, Şemsin, Taktuk'un, Yunus'un, Edebali'nin, Niyazi Mısri'nin kısaca Anadolu erenlerinin, ilmek ilmek gelenek ve göreneklere varıncaya kadar işlediği hatta Anadolu insanın kokusu olan; İslami aklını, beğenmeyen, dışlayan, tutumlarıyla üst bir aklı temsil ettiklerine inanmaktadırlar...
Osmanlı'nın 'Sünnici' (Ehl-i Sünnet'i kastetmiyorum özellik bunu hatırlatmak isterim) medrese mollarının düşüncesinden etkilenerek ötekileştirdirdiği, zamanla tarihi kavganın, tarafı olmaları nedeniyle yok hükmünde görülen Alevileri de içine alan bir düşünce geleneğidir Anadolu İslamı. Elbette bu bölünmenin tek tarihi ve siyasi müsebbibi Osmanlı değildir . Süregelen ayrışmanın en önemli aktörlerinden biri de militarizme varan milliyetçi ve devletçi, yeni cumhuriyetin siyasal tercihleridir .
1980 İhtilalinin ardından ülke genelinde yükselen siyasal islamcı hareketler örgütlenme becerileri ve Anadolu insanın kültürüne daha yakın görünerek, hatta Anodolunun çocukları olarak, 80 öncesi MSP ile başlayan, ardından RP ve Ak Partiyle devam eden siyasal hereketi iktidara taşıdılar. Hiç kuşkusuz bu yükselişin arkasındaki güç; ulusalcıların iddia ettiği gibi yabancı güçler değildir. Anadolu insanın, İslamcı gelenekten, siyasi bir partinin oy sandığına, oylarını kaydırmasıyladır.
Böylece Anadolu kendisine daha yakın hissettiği İslamcıları iktidara taşıdı. Demokrasinin gerekleri ve tarihi süreç iyi irdelendiğinde durumun böyle olması gayet normaldir. Yukarıda belirttiğimiz gibi jakoben ve otoriter bir devlet yönetimiyle ezilmiş halkın buna dur diyecek siyasal bir harekete ihtiyacıdır ki; İslamcıları iktidara getirmiştir.
Bunda rahatsız olacak bir durum yok... Korkulması gereken ise iktidarın Anadolu insanının mağduriyetini ve siyasi beklentilerini gidermek isterken, bu bir avuç azınlık, dinci gurubun Anadolu insanın dini hayatını mühendislik yaparak yıkma projeleridir.
Siyasi iktidarın şunu görmesi gerekir! Eğer bu ülkede din üzerinden üretilen ötekileştirici dilin topluma egemen olması halinde etkilenen siyaset olacaktır. Zira devlet erkini kullanarak toplumu dönüştürmek isteyen hiçbir güç demokrasi ve özgür düşünceyi istemez...
Unutulmamalıdır ki Anadolu İslamı, zamanın ruhuna ve gereklerine göre pratik çözümler bulup bunu dini hayatın sekteye uğramadan yaşanmasını sağlayan akıldır. Bu akıldır ki farklı din, mezheb ve etnik grupları ötekileştirmeden bin yıldır bir arada yaşamasını sağlamıştır... Osmanlının üç kıtaya egemen olmasını sağlayan moral değerleri taşıyan akıl da budur. Bu akıl Emevi, ve Abbasi sultanlarının merkezden uzaklaştırmak amacıyla islam coğrafyasının sınır bölglerine sürdüğü gerçek ulemanın Anadoluya taşıdığı akıldır. İlk dönem Hanefi fıkhını ve geleneğini taşıyan içtihatla amel eden nesildir.
Bu akıl Emevi ile başlıyan Abbasilerle devam eden tek tanrıya inanmanın meşruiyetini kullanarak yeni putperestlik üreten akıl değildir. Arap putperestlerinin, çıkarlarımıza karışma seni başkan yapalım vaadine karşı; "Bir elime güneşi bir elime ayı verseniz, umrumda değil." diyen Peygamberin, siyasi çıkarlarının olmadığı sade ve anlaşılır dindir. Dinin ritüellerini soyut düşüncenin manevi atmosferiyle başka zamanlara ve mekanlara taşıyan akıldır. Bu akıl asla iktidarlarla, sultanlarla, putperestlerle barışmayan onlara yardakçılık yapmayan akıldır.
Anadolu İslamını, devlet eliyle yok etmek isteyen yapılar; Modern dönemin ürettiği bilginin Kuran'da ayetlerini arayarak, modernizmin aklına sahip çıkmanın, İslam-bilim düşüncesini geliştireceğine inanıyorlar. Bu yeni pozitifbilm'in dinci putperestleri, ne tezattır ki siyasette seküler (laik) akla karşı çıkarlar. Bunlar post-sophistice ( entellektüel aklın ötesi) dönemin habercisi olduklarını sanan bir avuç yeni yetme entellektüellerdir.
Modernizmin, geleneği toptan inkarcı tutumu ile ona karşı oluşan post-modernizmin, sanat, felsefe ve siyaseti yükselteceği düşüncesi, Anadolu İslamının yeni yeni karşılaştığı bir süreçtir. Bu tutarsız ve tuhaf akım, iktidardan beslenerek güçlenmeye çalışmaktadır.
Bunlar batıcı jakobenlerin yaptığı gibi halkın dinini aşağılamakta ve ötekileştiren bir dille fetvalar vererek bizi bize düşman kılmaktalar. Ama Anadolu İslamı, kadim geleneği ile devam etmeyi bilecektir.

Not: Bu yazı 2013 yılında yayınlanmıştır. Düşüncelerim İslam ve onun tanımladığı yaşam, hayat ve insan hakkında çok değişmiş olsa da yazı arşivim için saklanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara