Ana içeriğe atla

Bu yazıyı okuma becerisini gösteren canlı türünün her birine insan diyoruz

 Bu yazıyı okuma becerisini gösteren canlı türünün her birine insan diyoruz. İnsan, öğrenmek ve öğrendiğini kendisinden sonraki nesillere konuşarak, yazarak aktarma becerisine sahip tek canlı. İnsan sadece öğrenen değil gelişim (terakki) gösteren bir canlı. Her dönemde, yaşamının her vaktinde bir terakki içinde. Bu terakki olumlu veya olumsuz olsun farketmez. İyi ve doğruya yönelimi de mümkün, kötüye ve yanlışa da... başka hiç bir canlı böyle bir değişim ve dönüşüm sergileyemiyor. Fakat bütün bunlara rağmen insan kendinden memnun olmayan kendi varlığını, varoluşunu bir türlü hazmedemeyen tek varlık. Evren içerisinde kendi türüne, kendi türünün yapıp ettiklerine tahammül edemeyen tek canlı. Vahşetin her türlüsünü kendi türüne karşı gerçekleştirmiş bir varlık. İnanılmaz bir vahşet tarihine sahiptir insan.

Sanırım bunun tek nedeni kendi varoluşundan memnun olmayışı...
Pazarcık depreminin üzerinden onsekiz gün geçti. O kadar çok şey konuşuldu o kadar çok şey yazıldı; sanırım konuşulmadık yazılmadık hiç bir şey kalmadı. Depremin gerçekleştiği fayın her türlü spesifik özelliği, tarihi geçmişi; jeoloji biliminin hemen hemen bütün deprem literatürü tekrardan ortaya döküldü. Tabii bunun haricinde inşaattacılığımız, konutlarımız, mimarlarımız, mühendislerimiz, yerel yönetimlerimiz, merkezi hükümet, neler neler... Bizim Türkler yetmedi, Almanlar, Japonlar, Fransızlar televizyonlarda boy gösterdi. Televizyon kanallarının her birinin canlı yayınında bir yıkımın önünden gerçekleştirdiği habercilik başarısı ve tabi ki insani duygularımızı ajite ederek sahipleneceğimiz, hissedemeyeceğimiz acıları içimize içimize saplayarak başardıkları reyting oranlarını ise yazmak istemiyorum. İnsanlığımız iki şeye kurban ettik; politik düşmanlığını bir aracı olarak yaşadığımız felaketlerin araçsallaştırılmasına ikincisi taşıyamayacağımız acıların yükünü içimize saplarcasına basın yayın hançerlerine. Oysa yapmamız gereken sağ duyu ile birbirimize yardım etmek, yaralarımızı sarmaktı.
Almanya'da 2021 yılında sanırım bir sel felaketi yaşanmış ve Merkel hükümeti bu selde çok başarısız olmuştu hatırlarsanız. Alman hükümetinin bu selin altında kaldığı günlerce yardım ulaştıramadığı vs vs çok gündeme geldi. Ama şunu hatırlıyorum da Alman toplumunda ve muhalefetinde ve tabi ki medyasında bu olay çok farklı ele alındı. Alman vatandaşlarının kamusal bilinci ile devlet ve toplum arasında var olması veya var olan ilişkinin işleyişini rahatlıkla gördük. Ne politik olarak büyük bir nefret söylemi ne de medyada toplumu tekrar tekrar hançerleyen görüntüler vardı. Batı toplumlarında yaşanan doğal afetlerle bizde yaşanan doğal afetler toplum, siyaset ve bilim, düşünce dünyasında aynı şekilde mi ele alınıyor acaba?
Hani her gün batı güzellemesi yapan memleket okumuşlarının bu konuda ne diyeceğini merak ediyorum.
O değil de bir de Avrupa'da binalar 500-600 yıldır ayakta bizde ise ayakta duran kaç tarihi eser var diyerek sözüm ona avrupa standartlarının depreme karşı ne kadar güvenilir olduğunu anlatmaya çalışan okumuşlarımızı da dinleme imkanı bulmuştum. Hani malumunuz Avrupa bir deprem bölgesi değil; kibrit çöpünü yere dikseniz 500 yıl sonra yıkılmadan durduğunu görebilirsiniz...
Koca koca profesörlerin Avrupa hayranı mükemmel okumuşlarımızı kamusal ahlakının, siyaset ve toplum bilincinin ne kadar olduğunu bu depremde de görmüş olduk. Oysaki bunlar "Türkiye toplumu adam olmaz" diyen çok bilimli çok okumuş insanlarımız her ne kadar dünyada ve avrupada esameleri okunmasa da.
Şimdi bunu okuma başarı gösteren bir takim insan topluluğu iktidar güzellemesi, savunusu, akp avunutusu vs yaptığımı söyleyecek biliyorum. İşin trajik tarafı şu; iktidar benim kadar onlardan çekinmiyor... Akbil kullanan biri olduğum halde
Bu arada her şeye rağmen yaşamak güzel bunu anladı hayatta kalanlar..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara