Ana içeriğe atla

Sevgili facebook

Bugün kaç yazımı paylaşmadan sildim inan bilemiyorum sevgili facebook. seninle aramızda yaşanan bu biraz gerilimli belki biraz malayani ilişkinin nedenlerini çoğu zaman tam olarak anlayamıyorum. Ama ilişkimizin sürdürülebilir olmasının nedenleri var; sanırım... Benim yazmak, paylaşmak, düşünmek, kendini ifade etmek, var olduğunu hissetmek gibi insani duygularımdan kaynaklanıyor olmalı... Konuşmadan, yazmadan duramıyorum. Düşünsene günümün büyük bir kısmını derste konuşarak, geri kalanını sağda solda karşılaştığım insanlarla gevezelik yaparak, bir de evde çeşitli konularda nutuklar atarak geçiriyorum. Beynimin içinde hep bir konuşma halindeyim. Konuşma halindeyim diyince aklıma geldi; ben, öğrendiklerimin aslında hep konuşmamdan dolayı gerçekleştiğini düşünüyorum. "Çok konuşan çok bilir" diyorum anlayacağın. İnsanların çok konuşmadığını görüyorum. Geri zekalıca kelime kurma çabalarından bahsetmiyorum sana... Sen de bilirsin ki mesela sen yazılım ürünüsün ama her kod yazılım olamıyor. İşte, kelime kurma çabası da bunun gibi bişe. Neyse bunu geçelim. Heee ne diyordum...
"Beynim..." diyordum; hep bir faaliyet halinde. Müzik yapmayı düşünürken aynı zamanda fizik, biraz da tarih aradan dini meseleler, -hatta bak şimdi aklıma geldi yazarken- Balzac'ın bir romanınındaki kahraman Felix'i, belki bir şiirde geçen mısrayı düşünmeden edemiyorum. Bunların hepsini bir arada yapıyorum. Bazen hiç bişe yapamıyorum ama... beynim boşalıyor. Beyinsiz oluyorum... Senin de bir beynin yok değil mi fecabook... ama geri zekalı olmadığını biliyorum. beyinsiz olmakla, gerizekalı olmak; demek ki aynı şeyler değil, değil mi? Senin beynin yok ama geri zekalı değilsin demek istiyorum. Bu işte hoşuma gidiyor yani senin beyinsiz ama gerizekalı olmaman...
Hayat askarî ücret gibi sevgili facebook. ne artıyor ne azalıyor. iki geyik yapalım dedim seninle...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara