Ana içeriğe atla

Devleti korumak entelektüelde var olması gereken temel ahlaki değerdir

J. Bodin, devleti, “Bir çok ailenin ve bu ailelerin ortak olan şeylerinin, egemen güç (erk) tarafından, hukuka uygun olarak yönetilmesidir” şeklinde tanımlar. Böylece Bodin, devleti oluşturan en önemli kavramın “hiyerarşik yapılanma” olması gerektiği mazmununa işaret etmiş olur. 
Zira toplumun en küçük sosyal birimi olan ailenin yapısal özelliğinde dikkat çeken eşler arasında, anne babanın çocukları arasında, ailenin -varsa- daha büyükleri veya daha küçükleri arasındaki dayanışmanın “kültürel hiyerarşi” diyebileceğimiz bir tanımla gerçekleştiğidir. Ailede her bireyin kültürel olarak yeri ve görevleri belirlenmiştir. Bu yazılı olarak; ‘karşılıklı görev, yetkiler, sorumluluklar’ gibi maddelerle tanımlandığında hukuk dediğimiz düzenleme ortaya çıkmış olur. Öyleyse devleti var eden en önemli etken, toplumsal hiyerarşinin devlete aktarılmasıdır. Toplumun seçkinleri, zenginleri, güçlüleri arasında meydana gelen bu doğal hiyerarşi bir kağıt üzerine yazılmaya yani bir anlaşma biçiminde uygulanmaya başlandığında; taraflar karşılıklı olarak hak ve hukuklarını belirlediklerinde yapılan sözleşme, devlet denen aygıtı ortaya çıkarmış olur. Modern devletin temel işleyiş mantığı da budur. Bu mevzuyu daha somutlaştırmak istersek Fransız Devrimi’yle feodalitenin, burjuvaziye yenilmesi ve yeni bir kültürel hiyerarşinin oluşması yaklaşık yüz yıllık bir süreçtir. Bu yeni toplumsal hiyerarşi devlete de süreç içerisinde olduğu gibi yansımıştır ve halen bu hiyerarşi Batı toplumu tarafından korunur. Liberalizmin “sınıf” olarak tanımladığı yapı, işte bu toplumsal hiyerarşinin siyasal ve hukuki tanımıdır. 
Modern hukuk bu hiyerarşi ile oluşmuş, devlet denen erk bununla şekillenmiştir. Ortaya çıkan bu ikili mutabakat, modern dönemde hukuk devleti olarak tanımlanmıştır Kültürel hiyerarşiyi devlet mekanizmasına hukuki bir akitle taşıyamamış toplumlar ne yazık ki devlet erkini oluşturamazlar. Evet, bir erk oluşsa da bu hukukla değil; çeteleşme, örgütleşme, partizanlaşma biçiminde tek taraflı kanunlarla yönetilen düzenler olarak görülebilir. Avrupa’da görülen Nazi Almanyası, Mussolini İtalyası veya Arap coğrafyasında kurulu devletler buna örnek verilebilir. Bir toplum kendisini var eden kültürel hiyerarşiyi çeşitli müdahalelerle kaybetmişse işte o vakit kurulan devlet bir bağımsız devlet olmaktan daha çok bir müstemleke, sömürü devleti biçiminde sahipsiz ve dış müdahalelere açık hale gelecektir. Türkiye gibi sanayi devrimini ve modern devlet yapılanmasını, 19. yüzyılın son çeyreğinde yakalamaya çalışan milletler ne yazık ki egemen gücün ürettiği felsefe, bilim, teknoloji, ekonomi ve siyaseti kullanma gayretiyle sosyal hayata, tepeden müdahale ederek; kurulu kültürel hiyerarşiye zarar vermişlerdir. Bu dayatmacılık özellikle modern cumhuriyetin kurulduğu dönemlerde çok radikal bir şekilde kendini gösterir. Toplumun giyim kuşamından, aile içi ilişkiler, eğitim, öğretim hatta beslenme alışkanlığının değiştirilmesine kadar veya toplumun önde gelen pek çok ismini, değişen devlet ve düzen için bir risk olarak görülmesi ki bu sorunların bertaraf edilmesi için yapılan müdahaleler, kültürel hiyerarşiyi işlevsizleştirmiştir. Yeni bir kültürel hiyerarşi de oluşturamamıştır. Yeni kurulan cumhuriyet; toprak ağalarının, din adamlarının vb.lerin itibar ve etkilerini devlet erkiyle yok ederken onun yerine bir burjuvazi oluşmamıştır, oluşturamamıştır. 
Modern devletin taşıyıcısı olan burjuvazinin yokluğu, kurulan devletin belli kadrolarca bir ideoloji devleti haline dönüşmesine neden olmuştur. Yeni devleti kuran kadrolarca yapılan bu radikal müdahalede; Osmanlı Devleti’nin çöküşü, kaybedilmiş bir dünya savaşı, dinin çözüm değil yobazlaşma ve sürüleştirmenin bir aracı haline gelmiş olması gibi ağır travmaların etkisi büyüktür hatta temel nedenlerdir. Şu unutulmamalıdır; Cumhuriyet, elde kalan son vatan toprağını korumanın bir çabası olarak üç yüz yıllık süregelen tarihi travmanın eseridir. Entelektüel çaresizlik Osmanlı’da Tanzimat Dönemi ile belirginleşen en ağır travmalardan biri de Batı’nın yaşadığı büyük değişimle ortaya çıkan siyasal, ekonomik, teknolojik, askeri alandaki gelişmelere karşı Osmanlı’nın bu alanlarda yenilgiyle yüzleşmesidir. Bu yenilginin en ağır faturası, derinlikli entelektüelin yokluğu sorunu ve bu sorunun neticesi olarak kurulu dünyaları, ezberletilmiş doğrular üzerine şekillenmiş okumuşlar olarak tanımlayabileceğimiz; akademisyen, yazar-çizer entelektüellerin yetişmiş olmasıdır. Bu Cumhuriyet Dönemi’nde de devam etmiştir. Kısaca “Batı hayranı, Batıcı nesiller” olarak tanımlanır. 
 Jön Türklerle başlayan Batılı siyasal reçeteler, Cumhuriyet Dönemi ile devam etmiştir. Batı’nın yaşayarak, tecrübe ederek geliştirdiği siyasal kavramları; otorite, erk, birey, millet, devlet, muhalefet gibi siyasal kavramları okullarda, üniversitelerde, basın ve yayın aracılığıyla aktarılırken; güce karşı muhalefet, devlete karşı muhalefet, devletin egemenlik alanını sorgulama, devlete mesafeli olmak gibi bir siyasal alan ve buna paralel, muhalif olmak; entelektüel olmanın bir ön koşuluymuş ilginç bir tipoloji ortaya çıkmıştır. Türkiye’de hemen hemen her siyasal sağ-sol, liberal örgüt, dini cemaat, tarikat gibi yapılar, gruplar, devlete karşı mesafeli olunması, devletin her zaman ceberrut olduğu gibi bir propagandaya maruz kalmıştır. Ve bu propagandanın taşıyıcıları haline getirilmiştir. Devlete sahip çıkmak neredeyse bir utanç kaynağı haline dönüştürülmüştür Oysa Cumhuriyet kurulurken yaşanan siyasal sorunlar, ağır travmalar; Fransız İhtilali sürecinde de yaşanmıştır. Bütün Batılı devletlerde, toplumlarda da yaşanmıştır Yaşanan bu süreçte Batılı aydınların, devlete düşmanlık yaptıkları görülmez. 
Zira Batı aydınlarının bu tarihi dönemde geliştirdiği bilimsel, felsefi, siyasal, sosyal kavramlar; kendi kültürel hiyerarşilerinin, doğal akışta oluşturduğu problemlerinin çözülmesi çabasının bir ürünüdür. Oysa Türkiye’deki ezberletilmiş doğruları olan akademisyen, entelektüel, okur-yazar denen insanların bu sorunları çözmek için çaba sarfettiği görülmediği gibi tutum ve davranışlarının “Batı’da ne yapılmış? Bu konuda ne yazılmış? Bir bakalım, oradan alalım.” gibi -derinlikli bir okuma dahi olmadan- refleksif diyebileceğimiz davranıştan başka bir şeyleri yoktur. Yani Türkiye’de bir siyasal teoriden, sosyolojisinden, felsefeden, bahsedemeyiz. Türkiye akademisyenlerinin, üniversitelerinin ortaya koyduğunu yayınlar okunduğunda bu rahatlıkla görülecektir ve bu yaklaşık olarak dört yüz yıldır böyledir. Burada bir meseleye işaret etmek istiyorum. İşte bu derinliksiz, niteliksiz okumuş refleksi -kabul edilsin veya edilmesin-, siyasal tarihimiz, tecrübelerimiz bize şunu göstermiştir: bu topraklarda özellikle devlete karşı örgütlenmek; cemaatleşmek, klanlar oluşturmak için her zaman uluslararası sistemin egemenleri tarafından kullanılmış, desteklenmiştir. Ve buna temel söylem olarak Batı demokrasisi, özgürlüğü, sivil toplum, özgürlük, hak hukuk gibi kavramlar kullanılmış; bu kavramlarla devlet karşıtlığı beslenmiştir. Son elli yıldır belki daha fazla bir süredir bu ülkede yetişen nesiller; okullarda, üniversitelerde, basın ve yayın kuruluşlarında devlete karşı özgürlükçülük, liberallik yahut solculuk, İslamcılık gibi içeriği, kültürel hiyerarşimizde var olmayan siyasal kavramlarla beslenerek büyütülmüştür. Biz eğer Batılı kavramlarla devletin varlığını konuşacaksak unutulmamalıdır ki devleti, cemaat, örgüt, klanlar gibi kapalı ideolojik yapıların etkisinden kurtarmamızın en önemli hatta tek yolu devleti güçlendirmektir. Yoksa örgüt ve çetelerin etki alanına girmemiş, onların çevresinden olmayan her insan sahipsiz kalacak, sömürülecek, kullanılacaktır. Entelektüelin varlığını, bireyin yaşam alanını sağlamak ancak o da devleti savunmak, o vatanı korumakla mümkündür. Bu bir entelektüelin en temel ahlaki davranışıdır. Devleti korumak bir entelektüelde var olması gereken temel ahlaki değerdir. Tarih boyunca büyük felsefeciler, entelektüeller devleti savunmuş ve devleti güçlendirmenin yollarından bahsetmişlerdir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara