Ana içeriğe atla

İslam hukukçularından bu memlekete bir fayda gelir mi?

 İslam hukukçularından bu memlekete bir fayda gelir mi? (Nisan 2013'de yazılmıştır.)

Fıkıh, doğruluğu kabul edilen bilgi ile yeni bir bilgiye ulaşmak anlamına gelir ki fıkıh ile bilgiye ulaşan kişiye fakih, bilgiye ulaşma gayretine ceht, bilgiye bir norm kazandırmaya ise içtihad adı verilir. Böylece fıkıh, “ilim” kavramından ayrılır ve spesifik bir anlam kazanır. Kuran, “Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar anlamazlar/fıkıh etmezler.” (63/7) ayetiyle; ilim ile fıkıh arasındaki farkı ortaya koymuş olur. Zira tanrıya inansın veya inanmasın, insanın bir ilmi/bilmi vardır. Ama fakih olmayabilir.
Dinin bir ilim olduğunu hatırlatan “...Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda fıkh edip (iyice bilgi sahibi olmak) ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar” (9/122) ayetiyle fıkıhla, din bilgisi arasında var olan ilişkiye işaret edilmektedir. Din, öğrenilmesi gereken bir bilgi olduğuna göre; ilim kabul edilen her çalışma alanının, disiplinin bir fıkhı gerektirdiğini söyleyebiliriz. Böylece ilim/bilim dünyasının da fakihlere (mucitlere, bilim insanlarına, entelektüellere, aydınlara) ihtiyacı vardır diyebiliriz. Bu nedenle sadece dindar adam, fakih değildir. Buna işaretle Hz. Peygamber: "Allah kimin için hayır murat ederse onu dinde fakih kılar." (el-Buhari: ilim;10) diyerek kişinin dindarlığının, fakihlik için tek neden olmadığını onun Allah vergisi bir “i’ta/yetenek” olduğunu açıklar. Bizler ise dindar adamın din hakkında gelişi güzel konuşmaya yetkili olmadığını anlamış oluruz.
Fıkhın bir anlama seviyesi olduğunu ise Kuran’da: “onlardan bir kısmı seni dinler ama biz onu fıkh etmelerini (anlamalarını, anlamlandırmalarını, oradan bir bilgi elde etmelerini) engellemek için kulaklarına ağırlık, kalplerine perdeler koyduk.” (6/25) denilerek, insanın anlama seviyesine işaret edilmiştir. Sonuç itibariyle biz fıkhın, şer’i kurallar bütününü öğrenmek ve anlamak değil, çok özel bir anlamı olduğunu ayetlerle de görmüş oluruz.
Fıkhı; nass’ı nakleden bir ilim olarak kabul ettiğimizde, dogmatik aklın savunucusu ve taşıyıcısına dönüşür. Oysa yapılması gereken; peygamber döneminden itibaren, onun arkadaşlarının (sahabesinin) -günümüzde aktarılanın aksine- sıklıkla başvurdukları rey yöntemini geliştirilmesidir. Fıkhın (şer’i kurallar anlamında) metodolojisini yazanlar, hükümleri ortaya koymanın (istinbat) yollarından birinin rey/görüş olduğunu belirtiklerinde, fıkhın spesifik anlamını korumuş oldukları gibi şer’i hukukun, seküler olan yönüne de işaret etmiş oluyorlardı.
Böylece bizler ideal düzenin; siyasi, ekonomik doktirinini tanımlama çabası olan hukuki düzenlemeleri, yeni anayasa sürecini daha sağlıklı düşünebilir ve tartışabilir bir vizyona kavuşmuş oluruz. Modern zamanın; seküler devlet aklının bittiği, “ulus devletlerin” çözüldüğü yeni dönemde, insanlığın bireysel hak ve özgürlüklerinin teminatı bir medeniyetin, sürükleyicisi olabileceğimiz gibi aynı zamanda İslamı; yükselen mezhepçi, ırkçı dini akımlara karşı korumuş oluruz.

Fıkıh, Hukuk Olunca

Fıkhın, İslam’ın şer’i kurallar bütününe isim olarak verilmesinin üzerinden yaklaşık olarak on üç asır geçti. Oryantalistler tarafından kavramsallaştırılan; 19. Yüzyıl İslamcılarının düşünce dünyamızda yer almasını sağladıkları, “İslam Hukuku” ise iki asırdır aydınlarımızın, özelliklede bu kavramı çok seven ilahiyatçılarımızın dilinde. Ancak, İslam hukukçularımız değişen bu tarihi süreçte bir hukuk tartışması dahi yapamadılar. “İslam Hukuku” sadece siyasal ve ideolojik bir tanım haline gelen İslamcılar için sözde “ devlet ve din” teorisinin meşruiyeti için kullanılan bir kavramdan öteye geçemedi.
Oysa bu ülke yeni bir anayasa yapmaya çalışıyor. Ama bu İslam hukukçularımızdan ses çıkmıyor. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdırki Türkiye’nin sorunları çözülmeye çalışılırken bir öneri, bir teklif gelmiyor. Ama “puraly legal” hukukun meşrulaştırdığı “Kapitalist Ekonominin” temel dayanaklarından biri olan “icra ve iflas” kanunun “önde gelen amacının kapitalist ekonomik düzenin işlemesinin temeli olan Hukuki uygulamalarına” (Ege Üniversitesi iktisadi ve Bilimler Fakültesi Yayınları No: 64/38, izmir 1973.) dinen cevaz vermekten geri kalmıyorlar. Böylece meşhur “İslam Hukuku” denilen “şey” kapitalist ekonominin gönüllü hizmetkârı olarak görevini yerini getiriyor. Fakih olamamış bu İslam hukukçuları, İslam’ın yasakladığı; faiz/tefecilik uygulamasının bir biçimi olan icrayı, İslam fıkıhçılarının “hacr” kavramına dayanarak caiz göstermektedirler. Oysa “hacr”; borçlunun ekonomik gücü olduğu halde borcunu ödememesi durumunda uygulanır. Ayrıca temel ihtiyaçlarından olan evine, bineğine, ev eşyalarına da el konulamaz. Peki, sayın İslam hukukçuları! Şimdilerde uygulanan icra, bunlardan hangisine dikkat etmektedir? Zararın ödenmesi için uygulanan vadenin miktarı ve uygulama biçimi ise ayrı bir tartışma konusudur.
Sırası değil ama bu meşhur “İslam Hukukçularımız” ülkede otuz yıldır süren çatışma ortamının bitmesi için çalışılan bir dönemde, ağızlarını açıp destek dahi vermiyorlar. Bunlar sessiz kalarak; alışa geldikleri devlet düzeninin; milliyetçi ideolojisini mi savunuyorlar? Yoksa, bir kısmı kafatasçı “Türk” veya “Kürt” milliyetçiliğinin, faşizminin “sezsizce” sözcülüğünü mü yapmaktadırlar?
“Özel hakların ve özel mülkiyetin alanlarının aksine devlet, bir bakış açısından harici zorunluluktur ve onların en yüksek otoritesidir”(Hegel) devlet tanımına uygun olarak; Hegel’in “Ulus Devlet” teorisini mi savunuyorlar? Ve bundan dolayı anayasada tektip millet kavramını savunan milliyetçi, muhafazakar yapılara destek mi çıkıyorlar?
Bu İslam hukukçularımız, İslam fıkhının asla, milliyetçi, ulus devlet ve toplum teorisini kabul etmediğini, eşitlikçi ve kardeşlik hukukunu savunduğunu hatırlatmayacaklar mı? 300 kişilik bir bildiri dahi yayınlayamayacaklar mı?
Nisan 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara