Ana içeriğe atla

Dursun Öğretmenin Kızı Nazan


Dursun öğretmenin kızı Nazan, güzel sanatlar keman bölümünü kazanmıştı. Müziğe, özellikle sanat müziğiyle çok ilgiliydi. İyi bir keman virtüözü olmanın hayallerini kuruyordu. Kemana olan ilgisi tamamen babasının telkinleri ve yönlendirmesiyleydi... Dursun öğretmen, öğretmen okulunda tanıştığı kemana ve Türk Sanat Müziğine tutku seviyesinde bağlı biriydi.  Evde 1940- 50'lerden kalma taş plaklar vardı; Tatyos Efendi, Müzeyyen Sener, Suzan Yakar, Hafız Burhan, Rakım Erkutlu, Perihan Altındağ daha kimler... Kemanı kendisi öğrenememişti... En küçük kızının müziğe olan ilgisi onu mutlu mesut etmişti. Nazan'ı kemana yönlendirmiş özel dersler almasını sağlamıştı...

1979 Eylül'ünde Nazan, Ankara'ya halasının yanına taşındı. Çok kibar, narin ve hassas bir kızdı. Şişman sayılmayacak kadar kilolu biriydi. Uzun boyu, geniş omuzları onu "boylu poslu bayan" kategorisine ekliyordu... Ojeli tırnakları, giyindiği kısa boylu etekleri, ütülü kumaş pantolonlarıyla taşra kızından daha çok, kentli bürokrat bir ailenin çocuğunu çağrıştırıyordu...

Nazan'ın şehirden ayrılmasına Yavuz bir türlü alışamadı. Akşam okuldan çıktığı her gece Hürriyet Parkı'nda yaşlı çamların altında ahşap banklara oturur, babasının cebinden arakladığı Birinciyi tüttürüyordu.  İçebildiği en iyi sigaraydı. Her akşam bir mektup yazıyordu Nazan'a. Defterin arka sayfaları gönderilmemiş aşk mektuplarının notlarıyla dolmuştu.

-Nazan, bugün seni sabah aynaya bakarken gördüm. Gözlerimde sen vardın... Hep seni düşünüyorum, seni görüyorum, her kızı, sana benzetiyorum... Geçen gün, camın kenarındaki sedirde otururken; hani üç hafta önce manifaturacının köşeden sen çıkmış, tam orada yanından geçerken bana gülümsemiştin ya... o aklıma geldi.  Gülümsedim...  Annem "Hayırdır oğlum, ne gülüyorsun!" dedi. "Hiç.. Nazan bana güldü, ben de ona gülüyorum" diyemedim. Hiiiçç bişeye değil" dedim

Bitti...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İbn Arabi Abimizin Tedbiratı İlahiye adlı eseri, insan devlet modelimiz

İslam sufi ve düşünürü rahmetli İbn Arabi abimizin Tedbiratı İlahiye adlı eseri, Aristonun; siyaset, devlet mevzusunu ele aldığı Politika olarak isimlendiren; devleti tartışma mevzu yaptığı kitaptan mülhem, insanı merkeze ele alarak neşrettiği kitabıdır. Yani Aristo denen zat, insanın kendi amacına, iyisine, mutluluğa ancak toplum ve devlet düzeni içinde erişebilir teorisini geliştirirken, rahmetli İbn Arabi, dünyevi mutluluğun insanın kemalata uluşmasında arar. Bu bize her iki medeniyetin varlığı, insanı nasıl ele aldığını gösteren bir özellik arz eder. Şöyle ki; Batı toplum ve varlığını, mutluluğunu kollektif bir oluşumla bireyselleştirirken bizde bireyin mutluluğu kendini gerçekleştirme, insani kemalata uluşmakta çoğullaştırır. Yani Batı için çoğunluğun yansıması olan birey varken bizde insanın meydana getirdiği topluluk vardır. Batının bütün kalabalıkları hepsi birbirine benzeyen bireylerken ki; yaşam, siyaset, ideoloji, hayattan beklenti, üretin, tüketim alışkanlıları gibi hep

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Anlatsana bir kasiyerin başından geçen hikayeleri yiyorsa!

Hep anlatacağım bir masalım vardır. Bir sekilde masallar hikayeler uydurabilirim, hiç durmadan. Siz bilmezsiniz ama ben masallar dinleyerek büyümüş bir çocuktum. İnsanın mahalle mektebinden mezun bir büyükannesi olunca, okuduğu Osmanlıca hikayelerinden inanılmaz kahramanlar kalır aklınızda. Sanmayın bunlar cenk masalları… Hayır, bunlar basbayağı Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi Acem, Arap masalları. Mesala Dede Korkut’tan Tepegöz hikayesini, ben ilk kez büyükannemden dinledim.  O, Latin alfabesi bilmediği içinse mektebe gitmiş; okuma- yazmayı öğrenmiş. Biz torunlarına kitap getirir yahut bir yerlerden eline geçmiş kağıt, takvim yaprakları okuturdu. Demek istediğim o masallar güzeldi…   Ben ilk hikayemi ilkokul üçüncü sınıfta yazdım. En son hikayemi ise geçenlerde bir kağıt üzerine iliştirdim ama şu anda kağıdı bulamıyorum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim, hikaye yazmakta pek iyi olduğum söylenemez. Kurgu sorunlarım var. Sonra karakterlerin birbirinden faklı dünyalarını aktarm