Ana içeriğe atla

Kendi Kendime Felsefe Yapmalar: Düşünce

 Evrende yer kaplamayan her şey soyut olarak tanımlanır ve evren iki temel şeyden oluşur. Biri boşluk diğeri ise o boşlukta yer kaplayan nesneler. Boşluk; nesnenin görünür olma imkanını sağlayan, fiziksel olarak hesaplanamayan (fiziksel olarak mutlak bir boşluktan söz edilemez) ama matematiksel olarak teoride hesaplanabilir alandır. Evrende en büyük alanlar boşluklardan oluşur.  Böylece boşluk nesnenin (maddenin yoğunlaşarak) görünür/vücut olmasını, sağlar. Amacımız elbette gök bilim alanında bir şeyler yazmak değil, sadece bir şeyin ortaya çıkması yani vücut bulması için boşluğun olması gerektiğini hatırlatmaktır. “Boşluk olması gerekir.” önermemiz bir zorunluluk ifade etmiyor ama şu ana kadar fizik biliminin gereği olarak kabul edilmiştir. Belki de bir gün nesnenin var olması için boşluğun gerekmediği sonucuna da varılabilir.

Elbette ilk bakıldığında bu yazdıklarımızın düşünceyle ne ilgisi var gibi bir soru sormak gayet mantıklı. Ama mantıklı olması sorunun doğru olduğunu göstermez. Malumunuz sorunun yanlışlığı, mantıksal olarak doğru olduğu için yanlış olarak tanımlanır. Yani soru yanlış veya doğru değilse mantıksal olarak  “saçma” denir. Saçma ise ne doğrudur ne yanlıştır.

Yazının ilk cümlesinde evrende yer kaplamayan her şey soyuttur, dedik. İşte bu ilk cümle, bizi, “Soyut olan nedir?” sorusuna yöneltir. Düşünce dediğimiz şey de evrende yer kaplamayan şeylerden biri. Yer kaplamadığı için de soyut. Yani evrende yer kaplamıyor ama var. Çünkü biz insanlar milyon yıldır düşünüyoruz. Biz, yer kapladığımız için varız; düşünce ise yer kaplamadığı için var. Demek ki var olmak için yer kaplamaya gerek yok gibi bir sonuca da varmış oluyoruz. Ve tabi ki burada hemen ezberden bilinen önermeleri aktarmamız gerekir. Aristo, “İnsan düşünen bir varlıktır.” dedi; Descartes, “Düşünüyorum öyleyse varım.” dedi.  Aristo insanı bir varlık olarak düşünür kılarken; Descartes, düşünceyi bir varlık olarak tanımladı. Yani Aristo, düşüncenin insana mahsus bir eylem olduğunu belirtirken ve düşünce için insanı öncelerken; Descartes, düşünceyi var oluşun merkezine alarak ve düşünceyi önceleyerek insanı tanımladı. Böylece biz de iki tartışmayı başlatmış oluyoruz. Düşünce, insan olduğu için mi var? Yoksa insan, düşünce olduğu için mi var? Evren düşünen bir organizma mı?

Düşünce eğer insanın gerçekleştirdiği bir eylemin sonucu değil var oluşu -evrende boşluk gibi-  kendiliğinden bir şeyse o zaman düşünce nedir? Eğer düşünceyi kendiliğinden bir varlık kabul edersek insan bedeninin sadece bir canlı organizma olarak anlamsızlaştırır ve onu bir et parçasına çevirmiş, oluruz. Bu tartışmanın içeriği en önemli konumuz olmakla beraber burada dursun ve biz insan fizyolojisinin imkanlarına bir bakalım.

İnsan beyninin somut-soyut ilişkisinin nasıl gerçekleştiği sanırım tam olarak çözümlenebilmiş, değil. Ama düşüncenin beyinle olan ilişkisi artık kabul edilen bir gerçek. Biyolojik olarak beyini gelişmemiş ya da şöyle ifade edelim; yüksek zeka geriliği olan bir insanın düşünebildiğinden söz edilemez, sanırım. Evet kimi planlı yaşamsal davranışlar sergilemesi, bir düşüncenin olduğu izlenimini verebilir ama hayvanlarda da planlı davranışlar görülmektedir. Bu onların düşündüğü anlamına mı gelmektedir? Sanırım cevabı “Hayır!”olacaktır. O zaman her davranış, bir düşünceyi mi içerir?

Düşünce dediğimiz şey nedir? 

İşte bu sorunun cevabı aslında sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü felsefik olarak o kadar çok kavram üretilmiştir ki aynı anlama gelen terimler kullanılmıştır. Aynı anlama gelseler de aslında farklı nüanslar içerip farklı kavramlar olarak kabul edilmişlerdir. Tamam bu cümle biraz karışık gibi gelebilir. Demek istediğimiz şey; düşünce ile ilgili çok fazla kavram var ve bu kavramlar birbirine yakın anlamlar olduklarından kimi zaman aynı anlamda ve aynı bağlamda kullanılmaktadırlar.  Zihin, düşünce, fikir, akletme, akıl gibi kavramlar bunlara örnek verilebilir.

Düşünce felsefi olarak; kavram, kuram ve yasalardır. Felsefi olarak iddialı bir tanıma sahip olan düşünceyi tekrar tekrar tanımlamanın gerekliliği de ortaya çıkmıştır. Bu nedenle düşünceyi iki ayrı kategoride tanımlamışlardır. Biri günlük pratik hayatımızda gerçekleştirdiğimiz düşünce; diğeri ise bilimsel, derinlikli düşüncedir. İnsan beyninin gelişim aşamaları göz önüne alındığında düşünce; kategorik olarak beynin gelişim aşamasında öğrendiği bilgileri analiz ederek yeni sonuçlara ulaşma çabası olarak tanımlanabilir. Böyle baktığımız zaman ilk olarak beynimiz depolama işlemi görür. Beynin bu faaliyetine kavramsal olarak hafıza diyoruz. Depolama işlemi bilgiyi biriktirir. Zira anlaşıldığı gibi düşünmek için önce bilgi gerekir. Bilgi olmadan insan düşünceyi gerçekleştiremiyor. Bilginin araştırılması, öğrenilmesi içinse merak dediğimiz davranış gerekir. Eğer merak yoksa insanın araştırma yapmadığı bilinmektedir. Merak dediğimiz şey ise yaşam alanlarına, şartlara, imkanlara göre değişiyor.

Sıraladığımız şeylere baktığımızda insan beyni olmadan bunlar gerçekleşmiyor. Bütün bunlar insan beyninin geliştirdiği faaliyetler olarak görülüyor.  O zaman tekrar ederek şu soruya dönelim: Düşünce boşluk gibi bir yerlerde var mı, yoksa düşünce bizim beynimizin faaliyeti mi?  Bütün bu sorular ve cevaplar bizi Platon’un idealar tartışmasına geri götürüyor.  Eğer bu girişi sadece Platon’la devam ettirebilseydik devam ederdik ama ne yazık ki Pisagor, Herakles ve Sokrat’ın düşüncelerini ele almadan Platon’un öne sürdüğü önermeleri ele almamız yetersiz kalacaktır. Yazı buna evrilince de gereksiz bir şekilde felsefe yapmak değil felsefe tarihini aktarmak olacaktır ki bunu yeteri sayıda hatta çok çok fazla insan yerine getirmektedir.

Bunları yazarken yoruldum. Belki ilerleyen zaman içerisinde insan fizyolojisi, düşünce ve sanatla devam ederiz…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara