Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Zaman dairesel bir döngü

Zaman dairesel bir döngüye sahipse zamanın ilerleyen değil genişleyen bir yönü olmalıdır. Zaman ilerlemiyor genişliyorsa -ki uzay genişlediğine göre zaman da genişlemektedir- zamanın gün içinde 24 taksim olduğu güneş saati de genişlemektedir. Evet, elbette saatin taksimi zaman değil (Bu mevzuyu 2013'de post-sekuler zamana evrilme başlıklı yazımızda kaleme almıştık) Ancak zamanın akışını en iyi temsil eden somut bir göstergedir; saat. Zamanın genişlemesi mevzuu aslın da dijital çağda; belki bundan bir 20 yıl sonra tartışma konusu olacak. Yani günün yirmi dört saat değil 36 saat olduğu, 60 dakika değil de 90 dakikaya çıktığı/çıkartılması gerektiği tartışılacak. Zira üretim, tüketim alışkanlıkları ve insanın doğayla ilişkisi değişiyor. Mesai zamanı, sanayii toplumuna uygun düzenlenmiş saatle belirleniyor. Oysa bugün artık sanayi insanın zaman kullanımı ile digital çağ insanın zaman kullanımı çok farklı...

Siyaset ve doğa arasındaki ilişki

Siyaset ve doğa arasındaki ilişki insanlığın gelişim ve değişim sürecini etkileyen faktörlerden en önemlisi belki tek faktör denebilir. Siyaset, düzen, sistem, yönetme hegemonya kurma çabasındadır. Doğa ise başı bozuk, kuralsız bir akışı ifade eder. (Kuralsızlık meselesini anla, öğren öyle cümle kur. Cart curt edip canımı sıkma) Doğa, bırakın ağaçlar özgürce büyüsün, yapraklar her tarafı sarsın tavrındayken; siyaset, bir bahçevan edasıyla bu sorumsuz büyüme, gökyüzüne yükseliş  kontrol edilmelidir davasındadır. Siyaset çıkar ilişkili, faydacıdır. Doğa çıkarsız, yönelimsel, iç güdüsel, duygusal ve fevridir. Doğanın kuralları birbiriyle bağımlı ama hesaplanamaz etkenlerle örülüdür oysa siyaset hep beş-on seçeneği geçmeyecek dayatmalara sahiptir. Doğanın bir parçası olan insanın bu nedenle siyasetle hep başı derttedir. Siyaset, aklın gelişimi ilgiliyken, insan, biyolojik bir tür olarak canlılardan biridir. Aklın soyutlama, ayrıştırma, kategorize etme becerisini kazanması insanın doğal ya

Pislik bir kadındı titizlik konusunda

Bulgur pilavına kattığı biber salçasının tuzu mu fazlaydı yoksa sonradan ektiği tuz mu fazlaydı? Ödemekte geciktiği kredi kartı borcunun yükü mü kafasını bulandırıyordu yahut hepsimi yazılıydı şıklarda. Emekli bir memur olarak yetmeyen maaşın verdiği huzursuzluğun bütçesinde açtığı yükün ağırlığını mı taşıyamıyordu (?) Makbule abla, Osmanlı Bankası'ndan emekli muhasebe uzmanı bir teyzemizdi. Torununun saçlarını okşarken 70'li yıllarda elleriyle saydığı paraların o sıcak duygusunu hissediyordu. Farkındaydı çok kötü yapıyordu parayı düşünmekle ama engel olamıyordu; vefat eden kocasının da saçlarını o duyguyla okşardı. Makbule abla hikayelerimizde hiç yer almayan bankadan emekli bir teyzemizdir. Mutfaktan gelen ağır baharat kokusu, pilavın yanında pişen -topraktan güveç- sebzelisinin habercisiydi. Komşular gelecekti... Ihlamuru soğuk suya koymuştu geceden. Şimdi artık kaynatmanın vaktidir diye düşünüyordu. Makbule teyze koltuktan kalkarken ayağı takıldı yere düşücek gibi olu

Sevgili facebook

Bugün kaç yazımı paylaşmadan sildim inan bilemiyorum sevgili facebook. seninle aramızda yaşanan bu biraz gerilimli belki biraz malayani ilişkinin nedenlerini çoğu zaman tam olarak anlayamıyorum. Ama ilişkimizin sürdürülebilir olmasının nedenleri var; sanırım... Benim yazmak, paylaşmak, düşünmek, kendini ifade etmek, var olduğunu hissetmek gibi insani duygularımdan kaynaklanıyor olmalı... Konuşmadan, yazmadan duramıyorum. Düşünsene günümün büyük bir kısmını derste konuşarak, geri kalanını sağda solda karşılaştığım insanlarla gevezelik yaparak, bir de evde çeşitli konularda nutuklar atarak geçiriyorum. Beynimin içinde hep bir konuşma halindeyim. Konuşma halindeyim diyince aklıma geldi; ben, öğrendiklerimin aslında hep konuşmamdan dolayı gerçekleştiğini düşünüyorum. "Çok konuşan çok bilir" diyorum anlayacağın. İnsanların çok konuşmadığını görüyorum. Geri zekalıca kelime kurma çabalarından bahsetmiyorum sana... Sen de bilirsin ki mesela sen yazılım ürünüsün ama her kod yazı

Rasyonalist bilimselcilik

Siyasetin doğası iktidarlaşma (gücün egemenliğini koruma, yönete bilirliliği, yönetimi geçekleştirme vs...) imkanlarını artırmak üzerine kuruludur. Bu nedenle iktidarın doğasına uygun olmayan bilgi, ilim çoğunlukla uygulama alanı, imkanı bulamaz. Bilginin uygulanabilir olması teorinin, pratiğe/eyleme geçirilmesi ise kurumsallaşma ile gerçekleştirilebilir. Bilginin, bilimin üniversiteler gibi eğitim kurumlarınca aktarılması, bu gibi hiyerarşik yapıların oluşturulması; ilim, b ilim olarak tanımlanan şeyin aslında hegemonik tezahürüdür. Oysa ilim, fantastiktir. Reel/skolastik olanı dönüştürme istek ve becerisine sahiptir. Bilimin rasyonalitesi iktidar alanıyla belirlenir. Rasyonalizm iktidar olmadan düşünülemez. İlim böyle kullanılabilir/işlevsel olur. Rasyonalizm, hegemonya için geçerlidir. 100 yıl önce mars'a gitmek sadece bir fantazya idi ki bu bir bilim/ilimdi. Oysa bugün Mars'a gitmek rasyoneldir... çünkü, iktidar alanı bunun yapılabilir olduğunu kabul etmiştir.... böyle işt

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Daha bunun din, bilim, teoloji tartışmalarına girmedim...

Aklıma geldi şuraya iki cümle kondurayım; Türkiye'de özellikle İslamcı camiada sekülerizmin (Modernizmin) can çekiştiği, geleceğin; "Gelenek'te" olduğu gibi bir mülahaza vardı. Bir dönem özellikle 90'ların sonuna kadar ben de o cereyana kapılmıştım. Oysa bir müddet sonra baktım ki gelenekselciler dediğimiz muhafazakarlık; ingiliz-Alman protestanlığının islam coğrafyasına özellikle islamcılar tarafından taşınmasından ibaretti. ( Özellikle Nurcular, milli görüşçülerin hakim olduğu yayınevleri, medya yazar çizerlerince) Bu aynı zamanda 90'lı yılların ardından liberal piyasaya yelken açmış olan Türkiye'nin kapitalist ekonominin dindar çevrelere taşınmasıydı da. Yani modernleşmenin, sekülerleşmenin başka bir gömleğiydi. Süreçte sekülerizm krize girmedi din, inanç krize girdi. Oysa bu çevrelerin hayali modernizmin krize gireceği ve dinin, geleneğin tekrardan kazanacağı idi. Bu minvalde inanılmaz yayınlar vardır vs... Oysa din krize girdi... Bu Krizi o