Ana içeriğe atla

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar... 

Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz?

Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze aktarılmasıdır. Tabi daha sonrasında tarihe, bir bilim dalı olarak yaklaşılarak bilimsel metodlarla Eskiçağ tarihi yazımı günümüze değin sürmüştür. 

Ülkemizde yapılan Eskiçağ çalışmalarını nasıl değerlendirirsiniz? Batıya göre nasıl bir karşılaştırma yaparsınız? İlk çalışmalardan günümüze sizce nasıl bir gelişim göstermiştir? Ülkemizde Eskiçağ çalışmaları oldukça zayıftır. Batılı bilim insanlarının yaptığı çalışmalarla kıyas edilebilecek durumda değildir. Türkiye’de daha ziyade arkeoloji alanında yani Eskiçağlar’dan günümüze kalan kalıntılar veya buluntular üzerinde daha iyi çalışmalar yapılmıştır fakat yeterince iyi değildir. Görünen o ki 1940’lı yıllardan yaklaşık olarak 2000’li yıllara değin arkeoloji alanındaki (ve kısmen Eskiçağ tarihindeki) çalışmalarda nispeten Batı bilim dünyasında yer bulmaya çalışmış olsak da son 20 yıldır geriye gittiğimiz açıktır. Bu da üniversitelerdeki Eskiçağ ve arkeoloji alanındaki eğitim-öğretim konusuyla doğrudan ilgilidir... Kesinlikle yeni bir anlayışla, yeni ders programları ve araştırmaya yönelik yöntemlerle ilerlemeliyiz. 

Ülkemiz; Anadolu topraklarıyla Mezopotamya’nın bir parçası, Orta Asya ve Avrupa’ya yakın bir coğrafyada… Böyle bakıldığında Eskiçağlar’la oldukça yakından ilgili hatta merkezinde… Eskiçağları araştırmak ve öğrenmek bizim için sizce ne kadar gerekli? Ya da şöyle sorayım gerekliyse biz yeteri kadar bunun farkında mıyız?

  Bizler, Anadolu’da yaşayan bir toplum olarak, gerçekten tarihin ta içindeyiz. Hem Anadolu hem de çevresi binlerce yıldır nice uygarlıklara ev sahipliği yapmış… Bu coğrafyada yaşamayı isteyen kim bilir ne kadar çok toplum vardır. Peki biz bu zenginliğin kıymetini biliyor muyuz? Hayır, hiç sanmıyorum, farkında değiliz! Bu arkeolojik, tarihsel ve kültürel zenginliği, turizm yoluyla dahi iyi pazarlayamadığımızı; iyi tanıtamadığımızı düşünüyorum. Sanki bu kültürel miras bize ait değilmiş gibi davranıyoruz. Sahiplenmediğimiz sürece başkaları sahiplenmeye çalışır. Şunu söylemeliyim: Anadolu tarihi ve uygarlıklarında, Batılı bilim insanları bizlerden çok daha ilerideler. Yani bizler kendi topraklarımızdaki kültürel mirası; Batılı bilim insanlarının çalışmalarından, yazdıklarından öğreniyoruz! Sanıyorum bu her şeyi izah ediyordur...

İnsanımıza bir Osmanlı, bir Selçuklu tarihi daha mı yakın (önemli) geliyor? Bu topraklarda kurulmuş Hititler, Frigler, Urartular’a uzak mı hissediyorlar ya da kendilerine ait görmüyorlar mı? Devletlerin siyasi / ideolojik reflekslerinin bunda bir payı var mıdır?

Kuşkusuz, bizler, Türkiye’de yaşayanlar, kendimizi Osmanlı Devleti’ne ve uygarlığına daha yakın hissediyoruz. Ama Osmanlı tarihini ve uygarlığını, aynı derecede iyi biliyor muyuz? Hayır! Aklımızda sadece birkaç savaşın tarihi ve bazı padişahların isimleri vardır. Osmanlı tarihi bile akademisyenlerin çalışma alanlarında kalmıştır, toplumumuza tam anlamıyla mal olmamıştır. Selçuklu ve Beylikler tarihi ise daha içler acısıdır, bu konuları neredeyse hiç bilmeyiz... Hitit, Urartu, Lidya, Frig gibi uygarlıklara ise bizden olmadıklarını düşünerek mesafeli ve bir o kadar da yabancı duruyoruz. Yunan, Roma, Bizans deyince ise işin içine politik meseleler girebiliyor ve varlığımıza bir tehdit olarak algılayabiliyoruz. Oysa, tüm bu uygarlıklar Anadolu’nun kültürel mirasıdır, Bize mirastır, dünyaya mirastır… Bu uygarlıklar tarihte kalmıştır, artık yaşamıyorlar. Tehlike olarak görmektense mirasımız olarak, zenginliğimiz olarak görmeliyiz. Günümüzde Türkiye’de, “Bizans” sözcüğünü kullanılması istenmiyor. Onun yerine “Doğu Roma” kullanılması tercih ediliyor. Ancak eğer özgün, orijinal hali kullanılacaksa her ikisi de yanlıştır zaten. Doğrusu yine Roma’dır, Romalılar'dır. Ancak, Klasik Roma’dan farklı olan ama Roma İmparatorluğu’nun devamı niteliğindeki devleti ya da  uygarlığı anlatmak için ortaya atılan “Bizans” sözcüğü tüm dünyada yerleşmiş, benimsenmiştir ve de kullanılmasında hiçbir beis yoktur... 

Batıda, Eskiçağ tarihine önem veriliyor ve batılı toplum; bu konuda, daha meraklı ve ilgili duruyor. Bunun nedenleri sizce ne olabilir? İlk başta eğitim… Eğitim seviyesinin yüksek olduğu toplumlarda herşeye merak oluyor ve daha çok okuyor, daha çok geziyorlar. Günümüzde toplumların ve tabi öğrencilerin eğitim düzeyini ölçen pek çok mekanizma var. PISA bunlardan biridir. Sonuçlara bakınca hangi toplumların tarihe meraklı olduklarına dair izler bulabilirsiniz. Okumayan, yazmayan, üretmeyen toplumlarda, tarihe ilgiyi beklemek lüks olur

Rönesans’ın gelişimine baktığımızda aslında Eskiçağ’ın yeniden yorumlanarak, tekrar dirildiğini görürüz. Böyle düşündüğümüzde Anadolu’da yaşayan insanlar olarak kendi geleceğimiz için Eskiçağ’ı yeniden yorumlayıp bir dinamizm gerçekleştirebilir miyiz?

Tabi ki ama kim yapacak? Politikayı kim belirleyecek? Ya da acaba bunu gerçekten istiyor muyuz?

Eskiçağ tarihine emek vermiş bir bilim insanı olarak; olanak ve şartlar açısından baktığınızda sıkıntı çektiğiniz noktalar var mıdır? Bu bilim adına, ülkemizde gerçekleşmesini istediğiniz idealleriniz nelerdir?
Bu soruya çok uzun bir cevap verilebilirim ancak çok kısa vermeyi tercih ediyorum. İlk olarak, mutlaka ilk ve orta eğitimde tarih ve kültür bilinci aşılanmalı, kültürel mirasımız için farkındalık yaratacak çalışmalar yapılmalıdır. Bu konu, üniversite öncesinde halledilmelidir. Üniversiteye gelen kişi zaten bu bilince sahip olmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığı; Türk, İslam ve Batı tarihi ile ilgili bu topraklara mal olmuş devlet ve uygarlıkların, kültürel mirasımız olduğu konusunu yer yer işlemelidir. Eğer başlı başına bir “kültürel miras” dersi konmayacaksa o zaman bu konu mevcut dersler içine yerleştirilerek öğrencilere bu bilinç verilmelidir. İkinci olarak, üniversitelerde Eskiçağ tarihi dersleri yeniden yapılandırılmalı; nitelikli hocalarla, nitelikli öğrenciler yetiştirilmesi ön planda tutulmalıdır. Tabi sivil toplum kuruluşlarının da bu konuda üzerine düşen çok şey vardır. Hatta bazen onlar daha mı etkin rol oynuyorlar diye düşünmüyor değilim. Kültürel meseleler, her zaman devlet eliyle ve devlet yoluyla uygulanması şart olmayan konulardır. Her kurum, her birey kendi üzerine düşeni yaparsa bu da bir çıkış yolu olabilir.

Eskiçağ tarihine meraklı insanlara önerileriniz nelerdir? Öğrenirken nasıl bir yol izlemeliler? Sadece meraklı olanlara önerim, bu konudaki kitapları okumaları; müzeleri, sergileri ve ören yerlerini gezmeleridir. Ama bu konuda uzmanlaşmak isteyenlere İngilizce, Almanca gibi Batı dillerini öğrenmelerini; ilgilendiği alanın kaynak dilini bilmesini ve Aristoteles, Platon gibi edebi eserleri sık sık okumasını öneririm.

Prof. Dr. Oğuz Tekin Kimdir:

İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda 30 yılı aşkın bir süre öğretim üyesi ve anabilim dalı başkanı olarak çalışmıştır. 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren ise Koç Üniversitesi Suna & İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Merkezi direktörü olarak görev yapmaktadır. Eskiçağ pazarları, sikkeler ve ticari ağırlıklar konusunda çalışan Tekin, Sylloge Nummorum Graecorum ve Corpus Ponderum Antiquorum et Islamicorum projelerinin de editörüdür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara