Ana içeriğe atla

Kedinin sidiği benim unutmuşluğum

 


Aslında bütün mesele benim yazmayı düşündüğüm hikayenin daha etkileyici hatta okuru provake etmek için iğrenç bir paragraf cümlesiyle başlama hevesimle ortaya çıktı. Evin salonuna kakasını ve işeğini bırakarak ortalığı haftalarca geçmeyen koku sarmalına neden olan bir kedinin yüzsüzlüğünü, aymazlığını anlatacaktım. Kedi kahramanların hikayecilikte çok fazla kullanıldığı aklıma geldi. Hem bir kedinin biyografisinin kime ne faydası olabilirdi. Her ne kadar faydacı edebiyata inanmasam da satmayacak, okunmayacak bir hikayenin bana ne faydası olabilirdi ki. Bütün faydacı endişem bu aslında. Kedi hikayesinden vazgeçip daha çok dikkat çekecek bir soruna yöneldim. Yere atılmış onlarca şekerlemenin, ayakkabımın topuğuna yapışmış olan parçacıklarının tabanından çıkardığı sinir bozucu "cık cık" sesleri, artan market fiyatları, yükselen dolar, halen alamadığım evim, beni terkeden düşüncelerim bütün bunların arasında kalan kimdi onu yazmalıydım. Marketten çıktım evin yakınına geldiğimde telefonum çaldı. Arayan telefon kayıtlı değildi. Açmamak için 'no' tuşuna basacakken yese bastım. Telefondaki kadın haberim olmayan bir çekilişten telefon kazandığımı; ev adresimle TC kimlik numaramı istedi.
Sen dolandırıcı mısın? Ne yapacaksın adresimi ve TC numaramı dedim. Belki de bir istihbaratçıydı. Ama ne yapacaklardı ki beni? Daha dün devlete sadakatimi ifade eden yazımı paylaşmıştım sosyal medya hesabımdan. Of ya! Hep bir paranoya hali...

Kadın, 'Hayır beyefendi ne münasebet. Şirketimizin 10 yılı geçmiş abonelerimize yönelik olarak gerçekleştirdiği bir çekiliş. Şirket kuruluşumuzun 80. yıl yıldönümünde çekilişle kazandığınız telefonu bildirmek isterim. İsterseniz siz gelip alabilirsiniz hediyenizi." Uzun bir açıklama yapsa da içimde bilinmeyen telefondan aranma paranoyası geçmedi. Bilinmeyen numaralar beni hep korkutuyor....

Kimdi bu kadın? Neden bana hediye vermek istiyordu. Of of of ne bu!!!

*****

Saat gecenin 1.30 artık hikayemi yazmaya başlayabilirim. Klavyenin gece sessizliğinde yükselen 'tık tı'k sesi beynimi yoruyor. Toparlayamıyorum cümleleri. Yazarken tam bir sesizlik olmalı. Klavyenin altına pamuklu yumuşak bir bez, kumaş koysam iyi olacak, sesi emer. Kafamın içinde bir sürü cümle var. Ayrıca sağa sola yazdığım bütün cümlelerimi topladım. Orada kalan 'ilk beni' aradım. Ne çok şey vardı. Ne çok yok olmuş, BEN... Çevremdeki herkes var olmaya çalışırken ben yok oluyordum. Her cümlem beni yok eden bir kusmukmuş; "Dün kustum. kulaklarım ağrıyordu. başım döndü. biraz ilaç aldım. kulaklarım uğuldadı. kafatasımın arkasında bir ağırlık var hala. kustum uzun uzun. İçimden söktüm tüm unuttuğum dediklerimin tortularını."

Kimi, neyi söktüğümü dahi tam olarak hatırlamıyorum ama bu cümle belki de hikayemin giriş cümlesi olmalı. Yok oluşum belki de hep unutmak istediğimden...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara