Ana içeriğe atla

Konumuz: Tekerleği bulanın Allah….

Yazılarıma çoğunlukla konuya ilgisiz bir giriş cümlesiyle başlarım. Bu tutumum sanırım; her konunun kendi yapısal özelliği gereği ilgisiz gördüğümüz olgularla ilişkili olduğu kanaatimin bir sonucu. Konu: bir sorunun belli bir mantıksal kurgulama üzerinden muhatabanıza aktardığınız düşünce, olay ya da olgulardır. Eğer bir şeyi mantıksal örgüler içinde ifade edemiyorsanız; konu olmaktan çıkar ve değersiz bir şeye dönüşür. ‘Şey’ diyorum çünkü tanımlanamayan her yapı şey olarak isimlendirilir. Eğer siz anlatacağınızı -o her neyse- bir konuya dönüştüremediyseniz farklı şekillerde tanımlanacaktır ki bu da muhatabınızın tanımlama yetkisini, hakkını ele aldığı yerdir. Yani siz artık tanımlanansınız. Her ne kadar “şey” sizin  anlatmak istediğiniz mevzu ise de. Fakat konuya ilgisiz olarak düşünülen sorunu, doğru bir mantık ve yapısal sorunla ilişkili -dolaylı veya dolaysız- olduğunu ifade ederseniz o vakit ilgisiz olan cümleleriniz ilgili olan konuyu bütünleyen bir giriş paragrafına dönüşür. Bu da sizin edebiyat yeteneğinizin, bilgi ve düşünce gücünüzün bir yansıması olarak görünür. Zira, yazmak bir bakıma hem kendinize hem de başkalarına doğal -yani siz istemeseniz de- bir meydan okumadır. Her insan yazabilir ama her insan yazıyı bir güç haline getiremez. Yazıyı bir güç olarak kullanma becerisini kazandığınızda ise bu doğal bir savaştır. Güç; ele geçirilmesi gerekendir…

Yazı, kabul etmesek de -ki kabul etmeyeceğinizi biliyorum- doğal bir bilimdir. Zira, bütün bilimsel çalışmalar yazı ile kayıt altına alınır. Çoğaltılır, bir sonraki nesle aktarılır. Yazı ile insan arasındaki bağ, görüntünün simgelere dönüşerek harfleri oluşturması biçiminde ifade edilebilir. Ama bu tanım yazının insanlık tarihindeki işlevini anlatmak için yeterli değildir. Fakat bu yazımızda elbette yazının insanlık tarihindeki etkisini konu yapmayacağız. Yapmak istediğimiz şey; ilgisiz olduğu düşünülen konuların birbiriyle ilgisini anlamaya çalışmak.

Tekerleği bulan insanın, uzay yolculuğunun mümkün olduğunu ispat eden ilk insan olduğunu söylesem, sanırım çok abartmış olurum(?) Yahut öyle gibi gelebilir. Oysa insanın, ulaşım için araçlar üreterek bir yerden başka bir yere çok hızlı gidebileceğini öğrenmiş olması az bir şey midir? Eğer tekerlekle daha fazla yük taşıyabileceğini ve uzak mesafelere daha hızlı gittiğini  öğrenmeseydi insanlık, daha sonra ki çağlarda otomobili, daha sonraki zamanlarda uçağı ve daha sonraki zamanlarda uzay yolculuğunu yapmayı nasıl  cesaret edebilir, düşünebilir, nasıl keşfede biilirdi. Bir de farkettiniz mi; bunların hepsinde ortak bir nokta var; tekerlekleri var. Tekerleği olan her şey bize bir gün insanlığın uzaya gideceği ve medeniyetin uzaya gitmekle sonuçlanacağını doğal olarak öğretti ve gösterdi. Tekerlekli bisiklet de buna dahil…

Bütün alakasız konular birbiriyle bir şekilde bağlantılıdır ama bu bağlantı doğru bir mantıksal önerme içinde gerçekleştiğinde anlaşılır, olabilir demiştik. Fakat bazen mantık sizi istenilen yere ulaştırmaz. Çünkü rasyonel akıl temelde faydacıdır. Eğer yapılacak bir işte fayda yoksa o işlevsel olmadığı için gereksizdir. Ancak insanlık, her zaman rasyonel olmayan ya da daha doğrusu rasyonel görünmeyen olaylar, eylemler, fikirler, düşüncelerle gelişmiştir.  Büyük bir ihtimalle tekerleği bulan kişi tekerleği bulmadan önce yaptığı bütün çalışmaları ve gayreti kendi toplumu tarafından faydasız işlerle uğraşıyor gibi görülmüştür. Zira bunun nedeni muhataplarının; tekerleği bulmanın -tekerleğin daha bulunmadan önce- kendi yaşamlarıyla ilgisi olmadığını düşünüyor olmalarıydı. Tekerleği kim buldu bilmiyoruz ama bütün bu konuları başımıza açanın o olduğunu düşünmek yanlış değil. Tekerleğin Allah…

FİKRİKADİM

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara