Ana içeriğe atla

Yeni bir dil uydurmak gerekir mi acaba?

İnsanın yaşamı boyunca kendisi için maliyet açısından en yüksek ürün; natık/söz... Hayatımız boyunca yaşamak için besleniriz. Yaşamımızın en etkileyici ürünü ise konuşan/sözlü bir canlı olmamızdır. Beslenmemiz, en iyi ürünleri tüketmemiz, en sağlam barınaklarda kalmamız hepsi yaşamak, yaşayan bir canlı olarak da konuşmamızı sürdürmek için. İnsanın aç kalınca en az yaptığı şey konuşmak. Çünkü konuşurken insan çok fazla enerji harcar zira beyinin en faal olduğu zaman dilimlerinden biridir.

İnsan konuşmaya başladığı andan itibaren kelimeleri üretmeye başladı ve kelimeleri belli bir sistematik içinde kulanması gerektiğini farketti. Konuşmaktan amaç ise karşındakine ulaşmak kendini anlatmak ve onu anlamak içindir. Kendini anlaman için konuşman gerekmez. Doğru yanlış tanımları ötekiyle kurduğumuz ilişkiyle oluşan kavramlardır. Bu nedenle -belki de- konuşmaya başlamak aynı zamanda diğer insanı öteki yapmaktır. Dinleyenin seni anlaması için belli bir sıralama ile konuşman gerekir. Bu sıralama fail, zaman, mekan ve nesne olarak tanımlanabilir. Bu sıralamanın yani kelimelerin belli bir sırada dizilmesi nasıl gelişti tam olarak bilinemese de sonuç; insan beynin fizyolojik gelişimi ile ilgili olduğu düşünülebilir. İnsan bir zaman, mekan ve nesneler arasında yaşar ve beyin gelişim sürecinde bunu ayırdeder. Sözün sıralı -zaman, mekan, nesne, fail- gelişimi de bu kültürel atmosferin fizyolojik gelişimi ile oluşmuş olmalı. Bunu tam olarak bilemiyoruz ama evrimsel süreç düşünüldüğünde bu anlattığımızın gerçekleşmiş olması muhtemel.

Zaman, mekan, nesne ve fail ilişkisi ve bu sıralamanın konuşma sırasında gelişmiş olması bize şu gerçeği hatırlatır. Konuşmak aynı zamanda mantık dediğimiz şeydir. Mantık dediğimiz şey zaten konuşma/logic kelimesinin karşılığıdır.

İnsanın gelişim süreci ve dilin/konuşmanın oluşması sırasında insan, varlık/madde ilişkisi klasik fizik; beş duyumuz ile sağladığımız gözlemle anlaşılıp yorumlanıyordu. Oysa günümüzde bizim varlıkla kurduğumuz ilişki maddenin ışık seviyesindeki yapısına ulaşan bilgiye dayanmaktadır. Öyleyse bizim varlıkla olan ilişkimiz değiştiğine göre kullandığımız kelimeler ve kullandığımız mantıkta değişmektedir/değişmelidir. Bugün her ne kadar konuşurken klasik mantıkla kelimeleri sıralıyorsak da anlatmaya çalıştığımız evren bunun çok ötesinde; bunu biliyoruz. Bu arada bir hatırlatma cümlesi kuralım: Dinin metafizik dediğimiz yönü de işte bu klasik -mantık- dile uymadığı için zamanla teologlar tarafından rasyonalize edilmeye çalışılmıştır. Din dili gözlemle gelişen insan beynine uymadığı için hep bir mücizeler, aşkın anlatımlarla desteklenir kılınmıştır. Peki günümüzde kullandığımız bu klasik kelime dizilimi yani zaman, mekan, nesne, fail kuantum mekaniğini bize aktara bilir mi? Çünkü; "nesne ve fail var mı yok mu? sorusunun cevabını gözlemsel mantık/konuşmayla veremez. Sadece bize nesnelerin ışık dalgası olduğunu aktaran rasyonalize edilmiş bir kuramı aktarır. Doğal fizikle/duyularımızla bunu gözlemleyemediğimiz için ancak rasyonalize ederek açıklayala biliriz. Zaten kuantum fiziğini biyolojik olarak da hissedemediğimiz için teorik bir düzlemde konuşuruz. Bu bağlamda yani biyolojik dünyamızda Tanrı ne kadar teorik olarak varsa nesnelerin birer ışık huzmesi olduğu da teorik olarak kalır.

İşte burası tam olarak sözün/mantık yetersizliğidir. Yetersizlik; teorik olarak değil her kelimenin bir gözlemin sonucu olarak meydana geldiğini kabul edersek ve bunun biyolojik yönümüzün yani beyin gelişimimizin de etkisiyle/etkileşimi ile oluştuğun söylersek kuantum mekaniğini beynimiz ve duyularımız gözlemleyemez hatta mevcut halimizle şizofrenik olarak yalanlamış oldugumuz bir gerçek. Çünkü biz maddeyi ışık dalgaları olarak gözlemleme yoluyla göremiyoruz...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara