Ana içeriğe atla

Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesinin Esin Kaynağı Kimlerdir

 

Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesinin Esin Kaynağı Kimlerdir

Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin esin kaynağının kimler olduğu, başta Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarının düşünce dünyasının kimlerden, ne kadar etkilendiği bir tartışma alanı olarak canlılığını korur. Kemalist ve tabi propagandist çevreye göre Atatürk zaten bir lider olduğu gibi aynı zamanda filozof olarak cumhuriyeti kendi özgün düşünce dünyasında inşaa ederek gerçekleştirmiştir.  Fakat şu notu düşmeden bu cümleleri kurmazlar; Namık Kemal’in, Atatürk’ün gelişim sürecinde etkisi olduğudur.

Milliyetçi anlatıya göre ise Ziya Gökalp’in etkisi bulunmaktadır. Özellikle Atatürk’ün Türk milliyetçiliği ve ulus devlet fikrinin ilham ve ortaya çıkmasında temel saik olarak Ziya Gökalp zikredilir. Ama bu, felsefi bir ilhamdan mı yoksa bir reelpolitik meselesinden mi kaynaklanıyor du? Zira Ziya Gökalp idealist bir muhafazakardı ve Atatürk’ün seküler devlet anlayışında onun etkisinden bahsedilemez sanırım.  Peki Ya Abdullah Cevdet’in etkisinden söz edilebilir mi? Zira kimi günümüz popüler anlatıcalara göre Abdul Cevdet Atatürk’ü ciddi şekilde etkilemiş ve ona ilham kaynağı olmuştur. Bir anlatıya göre Mustafa Kemal ve Abdullah Cevdet, Ankara’daki cumhurbaşkanlığı konutunda dört saatlik bir toplantı yaparlar ve burada Mustafa Kemal, onun düşüncelerini uygulamaya çalıştığını söyler.

Bütün bu efsaneler, cumhuriyetin sahiplenilmesi konusunda farklı siyasi ve etnik çevrelere birer ilham kaynağı olasa da son dönem Osmanlı bürokrasinin ve askeriyesinin cumhuriyet fikrine sıcak baktığı ve hatta laikliğin uygulanmasına mesafeli olmadıkları görülür.

Osmanlıda Laiklik Uygulamaları

Osmanlı devletinin bir şeriat devleti olduğu dahi tartışmalı bir konudur. Her ne kadar muhafazakar ve günümüz modern İslamcı çevrelerin iddialarına göre böyle olsa da. Tabii şunu eklemeden geçmemeliyiz; islam merkezli bir toplum olarak müslümanlara yönelik şeriatın uygulandığı elbette inkar edilemez. Fakat buna karşın farklı din mensuplarına şeri kurallar uygulanmaz. Bu nedenledir ki Osmanlı yönetiminde -laikliğin ortaya çıktığı günün Avrupasına göre- bir dinî tolerans ve Osmanlı hukuk düzeninde din dışı uygulamaların yaygınlığını gördüğümüz halde; Osmanlı devlet ve toplum düzenini lâik olarak adlandıramayız. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; laiklik konusunda dönemin devlet adamları çok olumsuz düşünmüyorlardı. Neden mi? Çünkü Tanzimattan sonra kurumlarda lâikleşme biçiminde bir başlangıcı rahatlıkla görebiliriz. Örneğin; İmparatorluk dünyanın yeni ekonomik düzenine ayak uydurmak için, ilk elden Fransız Ticaret Kanununu uylamaya başladı. Böylece ekonomi yönetiminin seküler/laik ilkelere göre yönetilmesi benimsenmiş oldu. Başka bir süreç ise yargı usulünde, çok hakimli mahkemelerin kurulup yargı alanının günden güne şer’î mahkemeler aleyhine genişlemesidir ki bu da Tanzimattan sonra görülen yeni bir gelişmelerden biridir. Bütün bu örnekleri aslında çoğaltabiliriz. Öyleyse şöyle diye bilir miyiz; Cumhuriyetin kuruluşu sürecindeki felsefi esin kaynağının belirli şahılar değil, dönemin hemen hemen bütün askeri ve bürokratik ve tabii siyasilerinin cumhuriyetin kuruluş felsefesinde düşünsel bir ittifak halinde olduklarıdır. Laikliğe karşı tek ters tutum kimi dini cemaat, tarikatların ve halk arasında etkin olan vaizlerin tutum ve davranışı olduğudur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara