Ana içeriğe atla

Siyasette toplumsal tahakküm muhalefette yapısal sorun

 

Siyasette toplumsal tahakküm muhalefette yapısal sorun

Türkiye'de siyaset her zaman siyaset olmanın ötesinde bir özellik arzeder. Uzayan siyasal tartışmalar ve çekişmeler artan sorunlar ve problemler; politik önermelerle ve siyasal çözümlemelerle sağlıklı bir yola girmenin araçları olarak kullanılmaz. Daha çok rasyonel olmayan bir alana çekilerek toplumsal kutuplaşmayı artıran nefret söylemleriyle beslenen siyasal topluluklara, dini semboller, inançlar üzerinden oluşmuş kitlelere, yapılara teslim edilir. Böylece, siyaset bir çözüm aracı olmaktan çıkar; hamaset, düşmanlık, birbirine karşı duyarsız kitlelerin oluşmasına aracılık eder. Bu yöntem siyasetçinin bir tercihi olarak kullandığı bir yöntem olsa da bir bakıma doğal siyasetin kitlendiği; problemleri ve çözümleri doğru şekilde tespit edemeyen bir politik düzlemi işaret eder.

İktidarlar vadettikleri refahı, güven huzur ortamını, sorunların çözümünü; devletin kaynaklarını doğru kullanarak, yatırımlarda yeteriz kalan kaynaklar konusunda ise yeni kaynaklar üretmekle veya oluşturmakla sağlarlar. Eğer bunları gerçekleştirecek imkan ve kabiliyeti sağlayamazlar veya bu imkan ve kabiliyeti doğru kullanmazlarsa iktidar, muhalefet çekişmesi sertleşir. Bu sertlik iktidarın yıpranması ile sonuçlanırsa ardından kaybediş başlar ve yeni bir iktidar ortaya çıkar. Fakat bu gerçekleşmez iktidar yıpranma alanını minimize ederek yeni politik manivelalar üretmeyi başarırsa gerilen ortam devam edceği için siyaset rasyonel alandan çıkar. Türkiye'de uzun süreden beri yaşanan durum bu... Yani yıpranan iktidar, yıpranma alanını minimize ederken muhalefetin yetersiz politik tutumu ve yapısal yetersizliği....

Burada karşımıza çıkan en önemli sorun muhalefetin yapısal yetersizliğidir. Zira muhalefete baktığımızda politik bir tutum içinde olduğunu rahatlıkla görürüz. Yapısal sorunlarla baş başa olduğu tezimizi ise; siyaseti, siyasetin üretkenliği içerisinde değil tamamen içeriği sığ bir propagandayla yürüttüğünü görürüz. Oysa 90'lı yıllarda artan iktidar ve muhalefet çekişmesi siyasal alanı genişletmiş ve muhalefet 2000'li yıllarda bir umut olarak iktidar olmuştur. Günümüzde oluşan yığınlar, düşmanlıklar, nefret dili haricinde bir alan kalmadığı ise rahatlıkla görülmektedir. Bu sorun yani nefret dilinin egemen olması muhalefetin sorunları çözme amaçlı olmadığı gibi bir anlayışa bizleri götürmektedir. Zire toplumdaki gerilim, kin ve nefret toplumsal bir güvenlik sorununu oluşturacağından seçmen güven veren devlet merkezli iktidarı sahiplenecektir.

Öncelikle muhalefetin yapması gereken son 20 yılda kazanılmış, başarılmış bütün işleri, çabaları sahiplenmesidir, onlara sahip çıkacağını deklare etmesidir.  İlginçtir, Türkiye'de muhalefet, iktidar eliyle veya iktidarın devlet kaynaklarını kullanarak ortaya koyduğu her sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik başarıya düşmanlık ederek kendi seçmenini nefret diliyle belli bir yerde tutmayı yeterli görmektedir. Bu siyasal bir tercihse karşımızda iki seçenek bulunmaktadır. Ya muhalefet bu gerilimin, nefret dilinin artarak bir kaos ortamınıyla sonuçlanması durumunda kazanacağını ummaktadır ya da iktidar olma seçeneğini, muhalefette kalma tercihine bırakmaktadır. Her ikisi de yapısal bir sorunun olduğunu göstermektedir.

Oysa son 20 yıldır devam eden iktidarın ülke sorunlarını çözerken aynı zamanda ortaya çıkan sorun ve problemler konusunda yetersizliği; iktidar olma kaynaklı yirmi yılın tahakküm üreten yapıları tam olarak tartışmaya açılmamaktadır. İktidarların en önemli sorunu uzayan iktidar süreçlerinde kadrolaşma ve siyasalaşma ile ortaya çıkan tahakküm üretme sorunudur. Bu nedenle demokrasi dediğimiz idari yöntem oluşan bu tahakkümü kaldırmak için toplumun önüne sandığı koyar. Fakat sandığı zehirleyen en önemli sorunsal; nefret ve yalan propagandanın sağ duyulu insanlarda oluşturcağı kaygıdır. Bu kaygı yukarıda belirttiğimiz gibi güvenlik sorununu ortaya çıkaracağından sonuçta tekrar tahakküm tercih edilecektir...

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Bismillahirrahmanirrahim

  Bismillahirrahmanirrahim; harfi cer bağlacıyla başlayıp her bir sıfatın el ile maarifelenmesinin ve hasfedilmiş (gizli) bir fiilin yine hafsedilmiş failine (gizlenmiş) ulaştırılmasıyla tamamlanır. Ne ilginçtir ki biz orada geçen isimleri yani Rahman, Rahim ve Allah söylerken gizli olan (huve eril zamir veya hiye dişil) zamirini görmediğimizden unuturuz. Oysa besmele bize o "huve -hiye" zamirini anlatır. Herkes Rahman veya Rahim veya Allah ismini tefsir ediyor fakat biz hep "O yani hiye veya hüve" zamirini tefsir ediyoruz. Dedik ya zaten Rahman, Rahîm ve Allah isimleri de O'nu tefsir ediyor. Allah yerlerin ve göklerin nurudur niçin deniyor. "Huve-hiye" gayb yani bizim için karanlık olan yerdir. Allah, o karanlığı/gaybi yani huveyi bize anlaşılır kılıyor, kavramlaştırıyor. Yani hüve-hiye karanlığın kendisiyken Allah, rahman ve rahim ve diğer isimlendirmeler onu görünü, anlaşılır kılıyor. Böylece biz semitik inancın varlık ve yokluk, aydınlık ve kara