Ana içeriğe atla

Anlatsana bir kasiyerin başından geçen hikayeleri yiyorsa!

Hep anlatacağım bir masalım vardır. Bir sekilde masallar hikayeler uydurabilirim, hiç durmadan. Siz bilmezsiniz ama ben masallar dinleyerek büyümüş bir çocuktum. İnsanın mahalle mektebinden mezun bir büyükannesi olunca, okuduğu Osmanlıca hikayelerinden inanılmaz kahramanlar kalır aklınızda. Sanmayın bunlar cenk masalları… Hayır, bunlar basbayağı Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi Acem, Arap masalları. Mesala Dede Korkut’tan Tepegöz hikayesini, ben ilk kez büyükannemden dinledim. O, Latin alfabesi bilmediği içinse mektebe gitmiş; okuma- yazmayı öğrenmiş. Biz torunlarına kitap getirir yahut bir yerlerden eline geçmiş kağıt, takvim yaprakları okuturdu. Demek istediğim o masallar güzeldi…
 
Ben ilk hikayemi ilkokul üçüncü sınıfta yazdım. En son hikayemi ise geçenlerde bir kağıt üzerine iliştirdim ama şu anda kağıdı bulamıyorum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim, hikaye yazmakta pek iyi olduğum söylenemez. Kurgu sorunlarım var. Sonra karakterlerin birbirinden faklı dünyalarını aktarmakta yetersiz kalıyorum. Kısaca derinlik yok. Derinlik olmayınca da hikayenin kurgusu yavan kalıyor.
 
Örneğin: Yere kalemini düşürmüş Kazım’ın, yere eğilirken belinden yükselen ağrıyı ayaklarında hissetmesini; bir bel fıtığı rahatsızlığına bağlamak kolaycılığına değil de belinde var olan stres kaynaklı kas ağrılarına bağlıyorum. Eee tabi böyle olunca da bir yandan ağrıyan kasların gevşetilmesi için uygulanması gereken tedavi yöntemlerini, Kazım’ın hangi doktora gitmesi gerektiğini de düşünmek zorunda kalıyorum. Özellikle hastalığının teşhis sürecini anlatmak ise tam bir facia… Oysa bel fıtığı desem, işin sonu ameliyatla yahut mahalledeki kocakarı yöntemi dediğimiz doğal yöntemlere kayacak. Çünkü hepimizin ailesinde bir fıtık vakası vardır ve biz fıtık deyince işin nasıl teşhis edildiğini ve tedavisinin nasıl yapıldığını biliriz. Ama “stresden kaynaklı kas ağrıları” hem bizim için yavan gelen bir anlatı hem de belimizden geçen kasların ne olduğu hakkında bir bilgiye sahip değiliz… Heh!  İşte ben bütün bunların önemini gösterebilmek için hikayenin bu bölümünü dramatize ederek uzatmaya ve hastalık hakkında duyarlılığın artmasını sağlamaya çalışırım. Ve hikaye batar.,, Çünkü bende o ağrıları anlatacak kadar birikmiş bir tecrübe ve tıbbı bilgi yok!
Hele de bakkal Eyüp’ün muzipliğini, pintiliğini anlatmam gereken bölümler… Hele de çırağını…  Ooooo!
“Ulan marketler var artık! Anlatsana bir kasiyerin başından geçen hikayeleri yiyorsa…” derim. Ama onu daha yazmış gerçek bir yazar olmadığından araklayacak bir fikir bulamam ki…
Muzip hikayeler yazarım çok güldürücü. Ben güldürmeyi severim ama yazdıklarım Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan görünümlüdür…
Ne yazmalıyım bilemiyorum… Bu yazı da uzadı. Şimdi siz de sıkılır okumazsanız benim canım sıkılır.
Neyse, işte! Bi’şeler demek istedim….

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pis Bir roman yazmak: Üçücü bölüm Ana karakterden sonraki ölü

Hep pis bir roman yazmak istedim. Ne kadardır düşünüyorum tam olarak bilmiyorum ama bayağı bir zaman geçti üzerinden. İğrenç bir şeyin romanını yazmak, içimdeki pisliği çıkarıp atmak için bir araç sanki. Hepimizin içinde bir pislik var. İğrençlik, kokuşmuşluk. Aldığım notlardan birinde; umum tuvaletin alafranga taşının kenarlarına sıçramış sidik ve dışkı artıklarının biriktiği yerin tam ortasına bırakılmış bok yığının bir psikopat tarafından, ağzından salyalar akarak onu yalamasını anlatan ve o boku yiyinci de süper kahraman olduğunu hayal ettiren bir gerilim ve macera romanı yazmaya dair metinler vardı. Fakat bu pis bir roman olmayacaktı vazgeçtim. Ya da bir hastahane müdürünün morgda ölülerin tırnaklarını kesip onlarla koleksiyon yaptığını... Aslında bu harika bir fikirdi. Şimdiye kadar hiç bir hikaye ve romanda böyle bir karaktere rastlamadım. Fakat bir hastane müdürünün bu kadar psikopat olmasının ve bunun bir roman olarak bestseller olması halinde yakalayacağım şöhretin ardından;...

ABD, Ortadoğu'yu kaosa mı sürüklüyor? Ya Türkiye!

Bir memeli türü olarak "insan" ve İblis abimiz

Bir memeli türü olarak "insan" isimlendirmesiyle tanımlanan canlının bu ismi kazanmasının en önemli nedeni birbirine yardım eden canlı olması nedeniyledir. Her ne kadar insanı unutkan olarak tanımlayan ve bununla geliştirdiği ideoloji (Kelam) 'ye geçerlilik kazandırmaya çalışan, klasik katoliklerin tersine insan ünsiyetten gelerek yardımlaşan, dayanışan anlamına gelir / gelmelidir. 'Gelmelidir' diyoruz çünkü insan en nihayetinde sosyal bir varlıktır yani cemaatler veya daha geniş topluluklar olarak yaşarlar. Eğer unutan anlamına geldiğini düşünerek hareket edersek, unutmanın fiili olarak bir karşılığı olmalıdır ki insanın birbirini unutan bir varlık olmadığı yani insanı unutan bir varlık tanımlayamayız. Unutmak isan için temel bir kavram olarak kullanılamaz, unutmakla tanımlanamaz. Bu kurgulanmış ideoloji (Kelam)'nin kullandığı bununla "hidayetçi" bir din anlatısı ve anlayışının oluşmasını sağlamak amaçlıdır. "hidayet" kelami (ideolojik) b...