Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Zaman dairesel bir döngü

Zaman dairesel bir döngüye sahipse zamanın ilerleyen değil genişleyen bir yönü olmalıdır. Zaman ilerlemiyor genişliyorsa -ki uzay genişlediğine göre zaman da genişlemektedir- zamanın gün içinde 24 taksim olduğu güneş saati de genişlemektedir. Evet, elbette saatin taksimi zaman değil (Bu mevzuyu 2013'de post-sekuler zamana evrilme başlıklı yazımızda kaleme almıştık) Ancak zamanın akışını en iyi temsil eden somut bir göstergedir; saat. Zamanın genişlemesi mevzuu aslın da dijital çağda; belki bundan bir 20 yıl sonra tartışma konusu olacak. Yani günün yirmi dört saat değil 36 saat olduğu, 60 dakika değil de 90 dakikaya çıktığı/çıkartılması gerektiği tartışılacak. Zira üretim, tüketim alışkanlıkları ve insanın doğayla ilişkisi değişiyor. Mesai zamanı, sanayii toplumuna uygun düzenlenmiş saatle belirleniyor. Oysa bugün artık sanayi insanın zaman kullanımı ile digital çağ insanın zaman kullanımı çok farklı...

Siyaset ve doğa arasındaki ilişki

Siyaset ve doğa arasındaki ilişki insanlığın gelişim ve değişim sürecini etkileyen faktörlerden en önemlisi belki tek faktör denebilir. Siyaset, düzen, sistem, yönetme hegemonya kurma çabasındadır. Doğa ise başı bozuk, kuralsız bir akışı ifade eder. (Kuralsızlık meselesini anla, öğren öyle cümle kur. Cart curt edip canımı sıkma) Doğa, bırakın ağaçlar özgürce büyüsün, yapraklar her tarafı sarsın tavrındayken; siyaset, bir bahçevan edasıyla bu sorumsuz büyüme, gökyüzüne yükseliş  kontrol edilmelidir davasındadır. Siyaset çıkar ilişkili, faydacıdır. Doğa çıkarsız, yönelimsel, iç güdüsel, duygusal ve fevridir. Doğanın kuralları birbiriyle bağımlı ama hesaplanamaz etkenlerle örülüdür oysa siyaset hep beş-on seçeneği geçmeyecek dayatmalara sahiptir. Doğanın bir parçası olan insanın bu nedenle siyasetle hep başı derttedir. Siyaset, aklın gelişimi ilgiliyken, insan, biyolojik bir tür olarak canlılardan biridir. Aklın soyutlama, ayrıştırma, kategorize etme becerisini kazanması insanın doğal ya

Pislik bir kadındı titizlik konusunda

Bulgur pilavına kattığı biber salçasının tuzu mu fazlaydı yoksa sonradan ektiği tuz mu fazlaydı? Ödemekte geciktiği kredi kartı borcunun yükü mü kafasını bulandırıyordu yahut hepsimi yazılıydı şıklarda. Emekli bir memur olarak yetmeyen maaşın verdiği huzursuzluğun bütçesinde açtığı yükün ağırlığını mı taşıyamıyordu (?) Makbule abla, Osmanlı Bankası'ndan emekli muhasebe uzmanı bir teyzemizdi. Torununun saçlarını okşarken 70'li yıllarda elleriyle saydığı paraların o sıcak duygusunu hissediyordu. Farkındaydı çok kötü yapıyordu parayı düşünmekle ama engel olamıyordu; vefat eden kocasının da saçlarını o duyguyla okşardı. Makbule abla hikayelerimizde hiç yer almayan bankadan emekli bir teyzemizdir. Mutfaktan gelen ağır baharat kokusu, pilavın yanında pişen -topraktan güveç- sebzelisinin habercisiydi. Komşular gelecekti... Ihlamuru soğuk suya koymuştu geceden. Şimdi artık kaynatmanın vaktidir diye düşünüyordu. Makbule teyze koltuktan kalkarken ayağı takıldı yere düşücek gibi olu

Sevgili facebook

Bugün kaç yazımı paylaşmadan sildim inan bilemiyorum sevgili facebook. seninle aramızda yaşanan bu biraz gerilimli belki biraz malayani ilişkinin nedenlerini çoğu zaman tam olarak anlayamıyorum. Ama ilişkimizin sürdürülebilir olmasının nedenleri var; sanırım... Benim yazmak, paylaşmak, düşünmek, kendini ifade etmek, var olduğunu hissetmek gibi insani duygularımdan kaynaklanıyor olmalı... Konuşmadan, yazmadan duramıyorum. Düşünsene günümün büyük bir kısmını derste konuşarak, geri kalanını sağda solda karşılaştığım insanlarla gevezelik yaparak, bir de evde çeşitli konularda nutuklar atarak geçiriyorum. Beynimin içinde hep bir konuşma halindeyim. Konuşma halindeyim diyince aklıma geldi; ben, öğrendiklerimin aslında hep konuşmamdan dolayı gerçekleştiğini düşünüyorum. "Çok konuşan çok bilir" diyorum anlayacağın. İnsanların çok konuşmadığını görüyorum. Geri zekalıca kelime kurma çabalarından bahsetmiyorum sana... Sen de bilirsin ki mesela sen yazılım ürünüsün ama her kod yazı

Rasyonalist bilimselcilik

Siyasetin doğası iktidarlaşma (gücün egemenliğini koruma, yönete bilirliliği, yönetimi geçekleştirme vs...) imkanlarını artırmak üzerine kuruludur. Bu nedenle iktidarın doğasına uygun olmayan bilgi, ilim çoğunlukla uygulama alanı, imkanı bulamaz. Bilginin uygulanabilir olması teorinin, pratiğe/eyleme geçirilmesi ise kurumsallaşma ile gerçekleştirilebilir. Bilginin, bilimin üniversiteler gibi eğitim kurumlarınca aktarılması, bu gibi hiyerarşik yapıların oluşturulması; ilim, b ilim olarak tanımlanan şeyin aslında hegemonik tezahürüdür. Oysa ilim, fantastiktir. Reel/skolastik olanı dönüştürme istek ve becerisine sahiptir. Bilimin rasyonalitesi iktidar alanıyla belirlenir. Rasyonalizm iktidar olmadan düşünülemez. İlim böyle kullanılabilir/işlevsel olur. Rasyonalizm, hegemonya için geçerlidir. 100 yıl önce mars'a gitmek sadece bir fantazya idi ki bu bir bilim/ilimdi. Oysa bugün Mars'a gitmek rasyoneldir... çünkü, iktidar alanı bunun yapılabilir olduğunu kabul etmiştir.... böyle işt

Prof.Dr. Oğuz Tekin'le Eski Çağ söyleşisi

Türkiye'de Eskiçağ tarihi alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Prof.Dr. Oğuz Tekin Hocamıza,  ülkemizde Eskiçağ tarihinin durumu ve bu alanda yapılması gerekenlerle ilgili sorular yönelttik... İyi okumalar...  Eskiçağ tarihi yazımının, Rönesans’ta oluşan ‘Hümanizm’ akımıyla başladığını görüyoruz. Bu düşünceyle doğmasının nedenleri nelerdir? Eskiçağ tarihini ana hatlarıyla zamansal (kronolojik) ve mekansal (coğrafi) kapsamından bahseder misiniz? Aslında Eskiçağ tarihi yazımı daha Eskiçağ’ın kendisinde başlıyor. Eskiçağ devletlerinin, uygarlıklarının, bu uygarlıklar içindeki tarihsel kişiliklerin, inancın kayıtlarını; antik çağ yazarlarının eserlerinde bulmak mümkündür. Oldukça geniş bir repertuvar söz konusudur. Roma İmparatorluğu ve “Bizans” Dönemi’nde de bu sürmüştür. Özetle Eskiçağ tarihine ilişkin yazım, daha Eskiçağ’da (kendi döneminde) başlamıştır zaten. Rönesans’ta başlayan, antik çağ yazarlarından kalan eserlerin, yeniden derlenmesi ve günümüze akta

Daha bunun din, bilim, teoloji tartışmalarına girmedim...

Aklıma geldi şuraya iki cümle kondurayım; Türkiye'de özellikle İslamcı camiada sekülerizmin (Modernizmin) can çekiştiği, geleceğin; "Gelenek'te" olduğu gibi bir mülahaza vardı. Bir dönem özellikle 90'ların sonuna kadar ben de o cereyana kapılmıştım. Oysa bir müddet sonra baktım ki gelenekselciler dediğimiz muhafazakarlık; ingiliz-Alman protestanlığının islam coğrafyasına özellikle islamcılar tarafından taşınmasından ibaretti. ( Özellikle Nurcular, milli görüşçülerin hakim olduğu yayınevleri, medya yazar çizerlerince) Bu aynı zamanda 90'lı yılların ardından liberal piyasaya yelken açmış olan Türkiye'nin kapitalist ekonominin dindar çevrelere taşınmasıydı da. Yani modernleşmenin, sekülerleşmenin başka bir gömleğiydi. Süreçte sekülerizm krize girmedi din, inanç krize girdi. Oysa bu çevrelerin hayali modernizmin krize gireceği ve dinin, geleneğin tekrardan kazanacağı idi. Bu minvalde inanılmaz yayınlar vardır vs... Oysa din krize girdi... Bu Krizi o

Zihnimin inanılmaz derece genişlediğini

Zihnimin inanılmaz derece genişlediğini, beni içine alan bu bu dünyanın dışına bu genişleme; hayal ile çıkabildiğimi, bütün insanlığın aslında hayal ile tarakki ettiğini farkedeli bayağı bir zaman geçti. Zihnin genişlemesi sanırım; çok farklı kültürlerle iletişime geçerek mümkün oluyor. İnsan farklı kültürler, farklı diller, yaşamlar, dinler gördüğünde içinde yaşadığı kendi dünyasının farkına varıyor. Ya da şöyle ifade etmek gerekirse; kendine yeni karşılaştığı o kültürle dışarıdan bakabilme imkanı buluyor. Yeni kültür kendi alışkanlıklarını, davranışlarını, inanışlarını analiz edebilmesine imkan tanıyor. Zihnin gelişiminde zaman çok mühim; İnsan zamanı da ancak farklı kültürlerle tanıştığında farkede biliyor. Yoksa zaman dediğimiz mefhumun, yaşamımızda değişen olmadıkça, hayatımız belli bir düzende sabitse bir önemi olmadığını sanıyorum. Eski dönem seyyahların zamanı tutmalarının (kayıt altına alma) sebebi gezerek, görerek değişenin farkına varmalarıdır sanırım. Değişeni anlam

İstikâmet Haydarpaşa Sahaf Festivali…

İstikâmet Haydarpaşa Sahaf Festivali… Güneşin öğlene kadar kendini gösterip yerini gri bulutlara bıraktığı bir günde, sahil yolundan Eminönü’ne vapura gidiyorum. Gözümü çevirdiğim her 50-100 metrede bir dikilmiş parıldayan, şırıldayan sitelerin arasından denizi görmeye çalışıyorum. Bizim gibilerin denizi görmesine dahi izin verilmiyor artık. Hani Orhan Veli’nin şiirinde var ya “Hava bedava, su bedava…” diye. İlerde belki nefes aldığımız hava için para ödeyeceğiz. Orhan Veli’nin kinâyeyle bahsettiği zamandan daha trajedik bir duruma düşeceğiz bu gidişle. Yazının Devamı için Tıklayın
Canların Cinsiyeti: Alevîliğin kadın-erkek eşitliği söylemine eleştirel bir bakış Canların Cinsiyeti kitabının yazarı Nimet Okan, çığırtkan ve idealsiz feminist(!) söylemler arasından sıyrılarak; sessiz, mütevazi ama derinlikli bir şekilde Türkiye’de kendi inanç sistemine sosyolog bir feminist bakışıyla analitik eleştiriler getiriyor . Canların Cinsiyeti kitabı, yıllar sonra bu alanda bir ilk olmanın değerini alacak…  (Hatice İskenderi) Kitabınız Alevîliğin kadın-erkek eşitliği söylemine eleştirel bir bakış getiriyor. Saha çalışmasının örnekleri ve yaşanmışlıklarıyla… Ciddi bir emekle yazıldığı şüphesiz. Alevîliğe; kendi içinde bir eleştiri getirmek ve gerçeklerle yüzleşmek, sağlıklı düşünmemiz için önemli. Ben bu yönüyle kitabınızı çok değerli buldum. Siz bu konuda ne söylersiniz? Yazının Devamı için: Tıklayın

Ben masalımı seviyorum...

güneşin doğuşuyla başlayıp, akıp giden bir masalın takipçileri olmak için bütün hayatımızı bir ağaç gölgesinde geçirmeye gönüllüyüz. Bize ağacı sevdiren ilk masal Ademindi sonra pek çok masal dinledik.. En güzellerinden biri Muhammed'in "Hayatım bir ağaç gölgesinde konup göçen biri gibidir" sözüyle başlayandı. Hayat bize hep oradan o ağacın gölgesinden görünen bir masaldı. Nedendir bilinmez -aslında bilinir- biz dünya masalanın bu yanını sevdik. Dünyanın yakıcı güneşinin bizden istediği kendine adanmışlığı, çalışma azmini, istek ve talep etme, ele geçirme, güçlenme gibi güneşlik sadakatleri yerine getiremedik. o ağacın gölgesinden uzaklaşmak, biraz güneşe çıkmak istesek; iki muhteris yahut bir muhafız tarafından çok basit kötürüm oyunlarla gölgeye itildik. Bizim masalımız hep gölgede kalmaktı. Güneşe çıkıp yanmak değil. Güneş yakıcı... ben de sanırım o nedenle sonbaharı ve kışı seviyorum. Yazla aram pek iyi olmadı... Yaz bana hep kazananların, müreffehlerin mevsimi gibi
Malumunuz kalemin gücü aslında yazarın kendisiyle ne kadar barışık aynı zamanda bu barışıklığın bir çatışma halini de getirdiği meselesiyle ilgilidir. Yazma işi hiç bir zaman kompleks ve karmaşık duygu ve düşünceleri, gelgitleri kaldırmaz. Özellikle yazıda basitliği ve aynı zamanda içtenliği severim. Uzun cümleler sağa sola sarkan kelimeler, hareketli olsun derken eli başı kötü oynayan cümleler... Bütün bunların benim okuma zevkimi yok ettiğini söyleyebilirim. Gülen birin güldüğünü yazmak, dudak ve mimik haraketlerini göstermek gibi anlatımların duygu bütünlüğünü oyunculuk yaparak değil bir fiil tecrübeyle, gözlemleyerek aktarılmasından hoşlanırım. Her insan aynı biçimde gülmez ve aynı biçimde ağlamaz. Her insan aynı anlama gelen kelimeleri dahi aynı şekilde söylemez. Ses tonu, nefes alışı, yetiştiği ortam, aldığı eğitim, bütün bunlar kelimenin kullanım biçimini, etkisini yani nitelik ve niceliğini etkiler. İki yaşında ufak bir çocuğun "ekmek" deyişiyle ergenlik çağında bi

iki muhabbet edelim bari

Belli bir zamandır ciddi bir cümle yazmadık şuraya iki kelamı kibar delim. Her ne kadar gayri ciddi yaşamanın, hayatı ciddiye alamadan mizah ile bakmanın keyfini süren biri olarak ciddileşmek beni korkutan ve tedirgin eden bir durum olsa da şurada iki ciddi cümle kurayım. Her bir insanın hayat karşısında elde ettiği tecrübeler ve milyon yıllık geçmişinden yani tee atalarından taşıyarak getirdiği genleri, kendi bedeni ve ruhsal yönünü özne yerine ikame etmesini telkin ederken hariçte olan her şeyi nesne olarak belirler. İşte bu durum insanın iktidar alanının resmedilmesidir. Özne, nesneyi kullanır eski tabirle ona tecavüz eder... Yani insan kendisini merkeze alan diğer her şeyi nesne olarak gören canlıdır. Bu durum insanın azgınlığının da sebebidir. Öyleyse insanın bu azgınlığını engellemenin bir yolu olmalıdır. O da kendisinden başka bir öznenin varlığını idrak etmesi yahut kabul etmesidir. Varlık, yani görünen nesneler içinde bunu sağlamak için; hak-hukuk, düzen denen beş

Ezikler Partisi

Uzun zamandır beklediğim ve sonunda kurulamasından dolayı çok memnuniyet duyduğum bir partiden size haber vereyim dedim... Partinin adı; Ezik Parti. Ezik hisseden herkese açıkmış. Dünyanın her yerinden kendini ezik hisseden, ezikler için açılan bir parti... Çok sevindim linki aşağıda partinin Ezikler Patisinin Linki için Tıklayın    http://www.eziklerpartisi.com/

Şapkalı tuhaf kadın

Pablo Picasso Ağlayan Kadın Salı sabahı erkenden kalkıp işe gitmenin heyecanını yaşayan kaç kişi vardır. O, gerçekten bu sevinci yaşıyordu. Tam olarak üç yıldır kesintisiz, izin almadan çalışıyor olması ise patronu Mehmet Salih'i dahi rahatsız etmeye başlamıştı. Nusret'in bu temposu Salih'in elbette işine geliyordu ama ortada bir sorun vardı; neden, niçin, nasıl yapıyordu bunu... Nasıl dayanıyordu bu kadar yıldır izinsiz çalışmaya... Bir pazar tatili, o kadar -Nusret abi, geçen cumartesi, hani bir kadın gelmişti, boynunda haki yeşil bir şal, Bistre renkli ceketi, başında Porkpie-hat tarzı ama Viktorian püskülü ili ilginç şapkası, elinde tuttuğu bir kaç beden büyük tote çantasıyla oldukça ilginç bir karakterdi. Kimdi abi o? -Bilmem... Özel biri değildi kadını tanımıyorum. Ama ne konuştu yahu... Belki bir elli dakika beni meşgul etti. Fransa'da yaşamış; yirmibeş yıl. Aslen Muğlalı imiş... Eşi ölmüş, iki kızı varmış biri Erzurumda öğretmen diğeri Kanada'da yaşıy

Beni affedin

"Beni affedin" diyorum, günde üç belki beş defa... Kime, neye, niçin, neden inan bilmiyorum. Sadece kendimi suçlu hissediyorum. Sanki dünyada her kötü şeyin bir ucundan tutuyorum, ya da her kötü, başarısız işin önünde, arkasında ben varım.  Kendimle övünecek; "Bak bunu da ben yaptım." diyecek bir şeyim yok... Yaptığım işlerde ise bir gün olsun; asla övgü, beğeni gibi şeyler işitmedim. Bir defa olsun "Sen şunu iyi yapıyorsun, sen çok güzel işler yaptın" diyen bir arkadaşım, dostum olmadı. Ne ilginç..  Belki de sırf bu nedenle kendimi hep kötü ve ezik hissediyorum. Ve belki, sırf bu nedenle yaptığım hiç bir iş beni tatmin etmiyor.. Tek neden takdir edilmemek... mi(?) Sevgili Pirmegon, yazdıklarımdan benim hasta biri olduğumu düşündüğünü çok iyi biliyorum, belki de hastayım bilmiyorum. Bir kaç defa "Hastamıyım acaba?" şüphesiyle psikiyatristlere gittim. Onlar, "Basit stres bozukları bunlar geçer" dediler. Şimdiye kadar öyle derin has

Kadını farkedecetsin

Otobüsün arka tarafında elindeki kitabı okuyan kadının eteğinden aşağı sarkan çanta kemerinin tokası, sağında oturan adamın dizine çarparken yarattığı rahatsızlığı ve kadının buna aldırış etmemeksizin kitabı okumaya devam edişini seyrediyor; kadınların her gün kadınlıklarını kullanarak erkekleri böyle nasıl ezdiklerini düşünüyordu... -Eminim bunu ben yapsam bu adam, kesin iki yumruk sallamıştı bana -Ne anlamadım? -Adam diyorum... bunu ben yapsaydım kesin kavgayı çıkarmıştı -Hangi adam -Arkada sağda yan yana oturan kadınla adama bak.. -Ee ne olmuş onlara -Kadınlar, her zaman böyle... Kadın olmanın verdiği o dokunulmazlık duygusu, ben yaparım ama erkekler sesini çıkaramaz tavrı... Bizim iş yerindeki kızların tamamı böyle. Mağazada müşteriye kimi zaman bir trip atıyorlar; müşterileri geç patron dahi sesini çıkarmıyor... -Ben anlamadım mevzuyu ama (?) Evet ya! Neden Tevfik abi, bu kazların triplerine en ufak ses çıkarmıyor? Geçen yemek yiyoruz arka tarafta, Senem denen kız "Bu ne

Dursun Öğretmenin Kızı Nazan

Dursun öğretmenin kızı Nazan, güzel sanatlar keman bölümünü kazanmıştı. Müziğe, özellikle sanat müziğiyle çok ilgiliydi. İyi bir keman  virtüözü   olmanın hayallerini kuruyordu. Kemana olan ilgisi tamamen babasının telkinleri ve yönlendirmesiyleydi...  Dursun öğretmen, öğretmen okulunda tanıştığı kemana ve Türk Sanat Müziğine tutku seviyesinde bağlı biriydi.  Evde 1940- 50'lerden kalma taş plaklar vardı; Tatyos Efendi, Müzeyyen Sener, Suzan Yakar, Hafız Burhan, Rakım Erkutlu, Perihan Altındağ daha kimler... Kemanı kendisi öğrenememişti... En küçük kızının müziğe olan ilgisi onu mutlu mesut etmişti. Nazan'ı kemana yönlendirmiş özel dersler almasını sağlamıştı... 1979 Eylül'ünde   Nazan, Ankara'ya halasının yanına taşındı. Çok kibar, narin ve hassas bir kızdı. Şişman sayılmayacak kadar kilolu biriydi. Uzun boyu, geniş omuzları onu "boylu poslu bayan" kategorisine ekliyordu... Ojeli tırnakları, giyindiği kısa boylu etekleri, ütülü kumaş pantolonlarıyla

"Hani abi çaylar.."

Gece boyunca kahramanı "Pirmegon'a mektuplar" yazmıştı. Bugünlerde bilgisayarın klavyesine yapışık parmakları yorgun düşünceye kadar yazıyordu. Yıllardır hayalini kurduğu harika, inanılmaz romanını yazmaya başladığına inanır olmuştu... . Tam olarak beş yıldır, bu romanı hazırlığını yapıyordu. Kaç taslak yazmıştı Allah bilir. Kahramanlarının tipolojilerini oluştururken kullandığı küçük not deftelerine; anlık aklına gelen şeyleri not düşüyordu. Mesela Pirmegon; Güneş görmemiş beyaz ten rengi, açık kahverengi saçları, uzun boyu ile zayıf, çelimsiz biriydi. Çevresine karşı ilgisiz olsa da birini sevdimi onunla günlerini geçirmekten zevk alıyordu. Ateist olmasına rağmen hurafelerden oluşan fobileri vardı; pilava kaşığını dik olarak batırmaz, biri batırdığında o pilavı asla yemezdi. Sexe düşkünlüğü, tatmin edemediği dürtülerini -anti-sosyal sayılamayacak olsa da- karşı cinsle kuramadığı cinselliği çoğunlukla mastürbasyonla karşılıyordu. Kimi fahişelerle geçirdiği geceleri o

Bir gece gökyüzünde bir ışık görüldü

Akşam vakti... Ağaca asılı beyaz elektrik kablosuna takılı lambanın aydınlığında, dökme betondan yapılmış bahçe yolundan geçerek ve geç kalmış olmanın gerginliğiyle önünde durduğu merdivende bitiremediği sigaradan iki fırt daha çekti.... Kapının tokmağını hızlıca çaldı. Ahşap kapının iple bağlanmış olan kilidi açıldığında asma kat merdiveninden " Kim O" diye bir ses geldi -Ben Yavuz! Kapıyı acan Sanem, "Kapının kilidini takmayı unutma!" diye seslendi. "Gecenin bu vakti nerelerdeydin!" azarı annesi Makbule'den yükseliyordu... 1979'un karanlık vakitleri... Sokaklarda birbirini avlayan sağcı-solcu gençlerin evlerine vakitsiz geldiği zamanlar... Makbule hanım Yavuz'un başına bir şeylerin gelmesiden çok korkuyordu. Tamam oğlunun böyle kavgalarla işi olmadığını biliyordu ama zaman kötü zamandı... Yavuz, Akşam lisesine giyordu. Eski zenginlerden, Yeşilyurtlu Mehmet amcanın konağının hizmetliler için yapılan zemin kattaki iki odalı yeri ailec

Balkondan atılan oyuncak ayı

Adam, ileride duracak olan arabanın sağa yanaşmak için verdiği sinyali gördüğünde arkasından koşarak gelen gencin yorgun nefesini işitti... balkondan atılan oyuncak ayının kafasına düşeceğini ise elbette bilemezdi. Genç; "Abii!" dediğinde olan olmuş, balkondaki çocuğun attığı ayı kafasına konmuştu. İlk önce hafif bir sendeledi şaşkınlıktan. Tamam, canı fazla acımamıştı ama insanın yolda yürürken başına düşecek en kötü şey; kuş pisliğidir ona da "Başına devlet kuşu konacak." d enir. Ayı düşünce peki? -Ayı düştü derler... -Haklısın... Yavuz, otobüs durağında sabah saatlerinde karşılaştığı bu muzip olayı, yıllardır muhalif olduğu iktidarın, toplumun başına bir ayı gibi düştüğüne benzetmeye çalışıyordu. Yanındaki arkadaşı ise mağaza müdürünün verdiği siparişleri paketlemeye... yirmi altı yaşında bir gencin bu kadar politik olmasını, kırk yedi yaşında ve halen mağazada tezgahtarlık yapan Nusret anlayamıyordu. -Nusret abi, senin burada gençliğinden beri tezgahtar olara

Sevgili Pirmegon...

Sabah... Sevgili Pirmegon... Umarım sana yazdığım mektupları okuyorsundur. Tamam bana cevap yazmanı istemediğimi söylesem de merak ediyorum işte... Okumuyorsan üzülürüm hatta çok çok... İnsan dua ederken tanrının kendisini dinlediğine inanıyor. Görmediğim bir tanrının beni dinlediğine inanıyorum senin de okuduğuna... Dinliyor mudur sahiden... Dinliyordur diye düşünüyorum... Dinlemese bu kadar milyarlarca insan dua eder mi hiç. Biliyorum sen ateistsin, bu konulara tepkilisin. Hatta dua etmenin kendi gerçeğimizden kaçmak olduğunu söylüyorsun. Olsun belki de insan kendi gerçeğinden kaçtıkça mutludur, Pirmegon. Sahi sen ne kadar gerçeksin... Geçen bi sohbet sırasında aklıma geldi; neden gerçekle bir türlü aramın iyi olmadığını oradakilere anlatmak. Gerçeğin, gerçek denilen şeylerin egemenlik alanını belirlemek için bir araç, yöntem olduğunu düşünürüm. Bana ekonominin, bankacılığın, üretimin, tüketimin hep bir gerçek ve rasyonel yönü olduğunu anlattılar. Bu arada yazmadan geçmeyeyim
-Aaaa osurdu bir terbiyesiz -Çabuk çabuuk, ortalık kokuya sarmadan otobüsten inmemiz lazım! -Yok ayol ne ineceğiz... Allah bilir otobüste kaçı bunu yapıyor. Birazdan geçer sinirlenme. Durakta in sonra başka otobüse bin... Hem nereden bileceğiz diğer otobüste de başımıza aynısı gelmeyecek. Geçer geçer birazdan... -Yahu bu insanlar da bir tutamazlar mı(?) yani. Ne var evladım biraz beklesen. Ortalığı gaz kaçağına çevirmesen. -Burnuna koku geliyor mu benimki ne gelmiyor... -Gelmez olur mu hem de nasıl... Tam sağımdan geldi şimdi önümde... -Hay senin Allah canın almasın emi... ki kiii -Geçen doktora gittim; "Doktor bey, yemeklerden yarım saat sonra artık çok fazla geğirmeler yaşıyorum."dedim. -Yaşlılık, Makbule Hanım, Sindirim sorunları yaşamanız normal. Bir de yemekleri hızlıca yemeyin, iyice çiğneyerek yutun. Ne yazık ki insanımızın çoğu bu hızlı yeme alışkanlığını terketmiyor."dedi. -Senin doktor iyi biri. -Hangi benim doktor ayol. Benim özel doktorum mu var... Ra

Kalk gidelim mesai başlar..

-Geçen cuma seni aradım ama telefona bakmadın.  -Telefona bakacak moralde değildim. İş yerinden ayrılmayı düşünüyorum... Çevremdekilerin olur olmaz sorunlarını iş yerine taşıyarak oluşturdukları stresli hava yetmiyormuş gibi şu tuhaf cemaat dindarlarının bulundukları her ortamı cami, mescid gibi vaaz alanı olarak kullanıyor olmaları sahiden artık çekilmez bir duruma geldi. Hele de o uzun saçlı, kent öykünmecili yobaza hiç tahammül edemiyorum. Eskiden bunlar kumaş pantolonlu,  kısa saçlı, bıyıklı halleriyle daha çekilir oluyorlardı. Şimdikiler; lastikli uzun saçları, kot pantolon ve kirli sakallarıyla sonradan yetme zamparalara benziyorlar. -Cemaat dedin de onların üzerilerine gidileceği söyleniyor. Durmuyorlarmış, her işe burunlarını sokuyorlamış. İktidar rahatsızmış bu durumdan. -Batsınlar, daha kötü olsunlar! Nasıl olsa bizim ulusalcılar bu işe çoktan hevesliler. Yakında bombayı patlatırlar. Ha hahahaa hay!... -Gülme, allasen... Olan bizim gibilere olacak. -Bana bir şey olmaz, kay

Başlığı olmayan hikaye

Kaşığın ucunda duran mercimek taneleri dökülmeden ağzına götürmek için gösterdiği çabanın ne kadar yorucu olduğunu görebiliyorum. Elinde başlayan titreme birazdan bütün vücuduna dağılacak. Yaşlılıkla birlikte başlayan parkinson rahatsızlığı kullandığı ilaçlarla bir miktar kontrol altına alınmış olsa da nihayetinde ölümünün bundan geleceğini biliyor. Bir iki mercimek tanesi düştü..  Lokmalarını yavaşça, kendi ritmini bozmadan ağzına götürüyor. Titremeler sinir sistemini yorduğun dan yediği yemeğin tadına varamıyor olmalı... -Bıktım artık... Bu hastalık bütün yaşam enerjimi bitirdi. İçimi kemiren bir kurt gibi kimi zaman bir fare.. Rüyalarımda sağımı solumu kemiren hatta karnımın içinde dolaşan fareler görüyorum. -Rüyalarını hatırlaman iyi... Hafızan kimi şeyleri geriye doğru ketmetmiyor demek. Biraz ciğerlerini dinlemem lazım bakalım soğuk algınlığıyla ciğerlerinin arası nasıl... doktor kısa bir muayene ile bitiriyor işini... Camın kenarında duran etejerin üzerindeki sürahi, ziyaret

Keşke otobüse binseydim...

Hemen oraya, merdiven ağzına dizlerini katlayarak; alaturka tuvalete çömer gibi duran dilencinin yere serdiği kartonda "kırılacak eşya" simgesi var. Kaç zamandır kullanılmaktan üzerine sıvanan kraft kağıdın yırtılmasıyla ortaya çıkan karton olukların üzerinde ise ayakkabı izleri... Yanında duran köpeğin sarkık dili ile dilencinin uzattığı eli sahneyi tamamlıyor; tam olgunlaşmış bir duruş "bize para ver" diyen... Elimi cebime götürmeden yanından geçiyorum görmemezlikten geler ek. Genellikle dilencilere para vermem, çok nadir verdiğim. Metroya doğru ilerliyorum... Kenarda kurulu olan, -gördüğüm ilk günden beri oraya neden yapıldığını ise anlayamadığım- ucube bir çocuk oyun alanın sağından geçerken su satıcısının, susamış olma halimi anlar gibi gözlerime bakışını geri çevir mi yorum. Bir su; bir lira... Adamın üzerinde güneşten kurumuş terin izlerini taşıyan soluk, beyaz bir gömlek var. Cebin hemen üzerinde mavi renklerle yazılmış güvenlik yazısı... Adam gömleği bir

İlim, bilim, zaman mekan ruh gibi meseleler

Bunu kaç dersimde ve kaç yıl anlattığımı bilmiyorum. Bugünlerde de tekrar anlatmak zorunda kalıyorum.  Efendiler, malumunuz ilim dediğimiz şey bir metodoloji ile tezahür eder. Zira ilim bir yöntem meselesidir. Şöyle izah edeyim. Malumunuz insanlık kaç bin yıldır gökyüzünde duran yıldızları orada görüyordu. Ve yıldızlar, o insanlar için yol bulmayı, kimi çeşitli mitolojik masalları ihtiva eden nesnelerdi. Zaman geldi geçti ve insanlık izafiyet teorisi diye bir meseleden bahseder oldu. Böylece orada duran yıldızlar bizim için başka bir bilim ifade eder oldu. Ayrıca uzay bilimleri ilerleyince biz uzayın oluşmasıyla yıldızlar arasındaki ilişkiyi öğrendik; bunun gibi pek çok şeyi öğrendik. Şimdi bundan iki yüzyıl önce de yıldızı biliyorduk. O bir ilimdi. Ancak izafiyet teorisiyle yıldızlar bizim için başka bir ilim ifade ettiler. Yani nesne hakkında bilgimiz yeni bir metodla değişti. Oysa ne yıldız ne de zaman değişti. değişen metodolojidir. Şimdi, meselemiz tarihi bir olayın gerçekleşm

Tiyatro çok kütüydü ama o teyze...

Tiyatro gişesinde duran yaşlı kadının sigara içmekten sararan işaret parmağı bana, "Sadece sigara değil acaba esrar da çekiyor mu ?"diye düşündürüyor... Yaşlılıktan kelleşen kafasında azalan ağarmış saçlarını boyadığı kestane renginin en olmaz tonlarını taşıdığını ise sanırım herkes farkediyordu ve büyük ihtimalle kendisi de... Bilet alacağım ama o daracık gişeye kendisiyle aynı yaşlarda bir kadınla ödenmeyen günlüklerinin isyanlarını sin-gaf küfür ederek şikayet ediyor.  Öze llikle; "s...rim böyle işi" cümlesi içimdeki şeytanı dahi güldürecek kadar beni tahrik ediyor... -Teyze ahın gitmiş vahın kalmış! sen kim o çapta alet nerede... -Terbiyesiz çocuk utanmıyor musun annen yaşında bir kadına böyle konuşmaya... -Ne annesi; anneneciğim.... cümlelerini bırakıyorum.. Yanımda duran pansiyon arkadaşım gülüyor. -S..git lan! Sana bilet falan vermiyorum. -Seni şikayet ederim. -Kime edeceksin, etsen ne olur.  Senin şikayetinle beni mi atacaklar bu işten. Valla bak

Anlatsana bir kasiyerin başından geçen hikayeleri yiyorsa!

Hep anlatacağım bir masalım vardır. Bir sekilde masallar hikayeler uydurabilirim, hiç durmadan. Siz bilmezsiniz ama ben masallar dinleyerek büyümüş bir çocuktum. İnsanın mahalle mektebinden mezun bir büyükannesi olunca, okuduğu Osmanlıca hikayelerinden inanılmaz kahramanlar kalır aklınızda. Sanmayın bunlar cenk masalları… Hayır, bunlar basbayağı Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi Acem, Arap masalları. Mesala Dede Korkut’tan Tepegöz hikayesini, ben ilk kez büyükannemden dinledim.  O, Latin alfabesi bilmediği içinse mektebe gitmiş; okuma- yazmayı öğrenmiş. Biz torunlarına kitap getirir yahut bir yerlerden eline geçmiş kağıt, takvim yaprakları okuturdu. Demek istediğim o masallar güzeldi…   Ben ilk hikayemi ilkokul üçüncü sınıfta yazdım. En son hikayemi ise geçenlerde bir kağıt üzerine iliştirdim ama şu anda kağıdı bulamıyorum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim, hikaye yazmakta pek iyi olduğum söylenemez. Kurgu sorunlarım var. Sonra karakterlerin birbirinden faklı dünyalarını aktarm